26 Kasım 2011 Cumartesi

“Hepiniz Sersem misiniz”; “Misyoner Pozisyonu”nu Anlatmıyor musunuz?



Efsanevi Kürt Önderi Hacı Musa Bey







Aile Boyu Demokrasi

Demokratik cumhuriyetçi veya cumhuriyetçi demokratik bir sistem içerisinde yöneticilerin halkın istek ve duygularının da ötesinde onların huzur ve refahı için çalışması, din, dil ve ırk farklılığına bakmadan "birlikte yaşamalarının şartlarını” değil ama “vasatını oluşturmaları” ve hatta vasatını oluşturma da "demokrasiye aykırı" olacağından sadece "birlikte yaşama temennisi"ni oluşturmaları ŞARTDIR.

Demokrasi ile yönetim, halkın iradesi ise, yöneticilerin halkın iradesine, en basit, en ilk el görünümüyle KARIŞMAMALARI ve neticede ne olursa ona göre davranmaları KOŞULDUR; aksi durum ortada bir demokrasi olmadığını ortaya koyar.

Ki, bu pozisyon "Demokrasi"nin, idarecileri ile "Politbüro Demokrasi" veya "Politbüro Oligarşisi"ne dönüşüp dönüşmemeyeceğinin de virajıdır.

Çoğu demokratik devlet bu virajda yıkılmıştır; yara almamıştır, yara aldığı an yıkılmıştır. Demokrasilerin virajı konusu başlıbaşına araştırılması gereken bir başlıkdır fakat bu makalemizin konusu değildir; konumuz, "birlikte yaşama (temennisi)" bahsinden sonra gelecektir ki, daha önce işlediğimiz ve işlerken de yanılmamızı dilediğimiz bir konunun çok da kısa bir süre içerisinde tekrar ve bu sefer topraklarımızda ortaya çıkmaya başlamasıdır.

Sayın Osman Baydemir, Diyarbakır şehrinin belediye başkanıdır, kısa biyografisi olarak, 1971'de dünyaya geldiğini, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, bir yıl serbest avukatlık yaptığını, 1995 yılında İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi Yönetim Kurulu üyeliği, 1995-2002 yılları arasında İHD Yönetim Kurulu üyeliği, Şube Başkanlığı ve Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunduğunu söylemek mümkün. 3 Kasım 2002 seçimlerinde DEHAP listesinden Diyarbakır Milletvekili adayı olmuş, Mayıs 2003-Aralık 2003 tarihleri arasında ABD'de İngilizce dil eğitimi almış... Diyarbakır Barosu, Toplumsal Hukuk Araştırma Vakfı üyelikleri yanı sıra, Göç ve İnsani Yardımlaşma Vakfı ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurucu üyesi.

Kendisini "Feminist sosyalist" olarak "tanımlayan" avukat ve "insan hakları savunucusu", İHD genel başkan yardımcılığı da yapmış Sayın Reyhan Yalçındağ ile 6 Ağustos 2005'de evlendi , Mir Zanyar isimli bir çocukları vardır, Mir Zanyar'a "kürtçe öğretemezse bütün hayatının sıfır olduğuna" da inanmaktadır.

Sayın Baydemir, "demokrat" bir insan, aslında sayın Baydemirler oldukça demokratik insanlar.

(Demokrat insanlar mı demokratik insanlar mı demek uygundur? Demokrasi tabiatı gereği "sistem"le alakalı olduğundan "kişi"lerle alakalı değildir, kişi demokrasiye inanabilir ama "demokrat" nitelemesine giremez, olsa olsa, demokra-tik olabilir.)

Geçtiğimiz sene Kürdistan Topluluklar Birliği/Türkiye Meclisi (KCK/TM) operasyonunda 7'si belediye başkanı 23 kişinin tutuklanmasına karşı olarak "HASS....TIR!" lı bir "tepkisinin" basına yansıması üzerine eşi olan sayın Reyhan Yalçındağ'ın "Osman beyin ağzından çıkan o sözleri duyduğumda şok oldum. Hayatında hiç küfür etmez. O söz konusunda kendisine görüşlerimi söyledim ve kendisini protesto ettim” demesi, bu "demokratik ruh"un ailenin tüm bireylerine sindiğini gösteriyor.

Bir "zevce", "zevc"i hakkında "protesto ettim" diyebiliyorsa, aile içindeki, ev içindeki herhangi bir sorunu da "demokrat ruh"la hallediveriyorlar, demektir.

Mesela, bulaşık makinesinden tabak ve bardakları çıkarırken sayın Osman Baydemir diyelim ki ince bardaklar olsun, yanlışlıkla birbirlerine çarptırarak çatlattı veya kırdı, Sayın Reyhan Yalçındağ da "demokratik ruh" gereği, çok normal olarak "dikkat etsene hayatım" dememekte ve "aile servetini çatlattığından seni protesto ediyorum!" demektedir, elbette bu bir "hayal" ama bu hayali kurmamıza "karı'nın koca'sını PROTESTO etmesi" gibi bir "anlayışla" kendileri neden olmuşlardır.

Aslında bu "anlayış", sayın Baydemirler'in hayatın her "alanına", ama her alanına "örgüt" anlamında baktıklarını ve bu "örgüt anlayışı"nın da sosyalistlerin çoğunun reddettiği "bürokratik oligarşi"nin "disiplin" adı altında "sızdığı", ismi Stalinizm olan "şey" ile yoğrulduklarını göstermektedir ki, Mir Zanyar yayrumuzun Allah yardımcısı olsun.


“Zerdüşt Aşkına!”


"Allah" deyince, sayın Baydemir'in yönettiği Diyarbakır Belediyesinden "demokrasi gereği" talep edilen daha doğrusu "demokrasi gereği" olması gereken bir eksikliği ortaya koyan bir istekden bahsetmek gerekiyor. 




"Başkanı Xalê Osman BAYDEMİR’ in DİKKATİNE" diye başlayan, 2008 yılı tarihli, "yurtdışında yaşayan bir Kürd göçmeniyim. Bir aylığına ailemi görmek için Diyarbakır’a" diye kendini tanıtan sayın Sakip Uzun, "avrupada böyle mi ya!" diye isteğini yazıyor.


"- Uçaktan indiğimden beridir düşündüğüm en önemli şey, bir şehirde hem de Diyarbakır gibi milyonluk şehirde ne kadar engelli insanın yaşadığı ve bu insanların kendi günlük yaşamlarını nasıl idame edebildikleridir.

Hiçbir binada engelliye uygun rampa asansör göremedim, hiçbir kaldırımın iniş çıkışında uygunluk , hiçbir dükkanda bedensel engelli bir insanın kendi kendine girip çıkacağı uygunlukta kapı ,rampa göremedim; belediye kuruluşlarında özürlüye uygun (ki Büyükşehir Belediyesi’nin önündeki sözde rampa ancak tankla çıkılabilecek uygunlukta) bir yapılaşma yok. Hatta acil hayati önemde olan sağlık kuruluşları(hastane, sağlık ocağı vb.) bile bedensel engelli insanlar düşünülmeden yapılmış.Tabi bu örnekleri sayfalarca uzatmak mümkün; ama benimki kıssadan hisse…"

Sayın S. Uzun yazısını isteğini şöyle bitiriyor:

"- ZERDUST aşkına büyük sloganları bırakıp en basit insani gerek ve hizmetleri Osman Başkan’ımız ne zaman düşünecek acaba?!"

Zerdüst kelimesi orijinalinde de büyüktür, sayın Uzun özellikle buna bir vurgu yapmıştır ki, "Allah aşkına!" nidasına nisbetdir ve sayın Uzun'un Zerdüst olduğunu göstermektedir.

Demokratik bir belediyecilik hizmeti verdiğini defalarca ifade etmiş bulunan sayın Baydemir için bu “talep ve hatırlatma" elbette "demokratik bir talep"dir; gereğini kuşkusuz yapacaktır ve yapmıştır da muhakkak, bizi ilgilendiren buna cevap veren aynı yerdeki bir yorum:

"- Mir diyor ki:
Sevgili Sakip Uzun;
Yazından anlaşılan Havaalanında indiğinde büyük umutlarla geldin ve Kuruçeşmede hayallerin batmaya başladı. Seni anlıyorum Avrupa görmüş bir süre sonra Diyarbakır’ı kendi doğduğu köyle aynı yapıda sanırmış. Merak ediyorum, senin doğduğun evde engelli rampası varmıydı? Sence olması için belediyemi yoksa bina yönetimimi yetkilidir? Ayrıca Türkiyede kaldırımlarda, görme engelliler için kabartmalı taşları kullanan ilk illerden biri Diyarbakır biliyormusun ? Bir çok kaldırımlarda rampalar var, Büyükşehir belediyesi önündeki rampaya belediye meclis üyesi özürlü bir arkadaşımız rahatça çıkabiliyor, hemde tanksız istersen gel gör… Eee tabi dedim ya insan Avrupalı olunca bir an Diyarbakır’ın işsizlikten kıvrandığını, kaldırım taşından ve rampadan çok ekmeğe ihtiyacı olduğunu, Diyarbakır bir kürt ili olduğunu ve yeteri kadar bütçe alamadığını, diyarbakırın devlet yardımlarından yoksun anca kendi yağında kavrulduğunu unutuyor.
Ayrıca Medrese eğitimi almış, Sayın diye saygı göstermeye çalıştığın birine Zerdüşt yakıştırması yaparak saygısızlığın danıskasını yaptıığının farkında değilsin… Yok Sakip bey, sen ne oldugunun farkında değilsin… Avrupa senide değiştirmiş…"

Sayın Uzun'un yazısının 2008, sayın Mir'in cevabının 2011 tarihli olmasını hatırlatalım!

Bir hatırlatma daha, "PKK'nın dini Zerdüstlük!" haberlerinin çıkmaya başladığı bir süreçte "zerdüst" vurgusuna "Mir" imzasıyla karşı çıkılmış ve sayın Baydemir'in belediyenin resmi sitesinde de olmayan bir özelliği vurgulanmış: "Medrese eğitimi almış Osman Baydemir!"

Fakat sayın "Mir"in, sayın S. Uzun'a "Zerdüşt yakıştırması yaparak saygısızlık" imasında bulunması, elbette "Zerdüst Osman" tanımlamasını ortaya koyuyor. (Dikkat ediniz, daha ortada "PKK'nin dini Zerdüştlüktür" kampanyası yokken, 2008'de söylenmektedir bu ve 2011'de, yani tam da kampanya esnasında bir yorumcu olan sayın "Mir" tarafından "saygısızlık" olarak nitelenip reddedilmektedir.)


“Ali Osman Cemevi!”


Bu "Zerdüşt Osman" nitelemesi elbette bir yakıştırma, belki bir kinaye belki bir "işaret" ("senin örgütün Zerdüştlüğe meyilli, sen nerdesin?") ama ne kinaye ne işaret basbayağı sayın O. Baydemir’in kendine yakıştırdığı bir isim daha var ki tevafukdur sayın O. Baydemir'e "Zerdüşt" yakıştırması yapan sayın S. Uzun'un yazı başlığında da -dikkate ediniz tarihe lütfen, Aralık 2010; sayın Uzun'un tarihi ise Temmuz 2008!- neredeyse 2,5 sene sonra hem de sayın Baydemir'in İSTEĞİ ile ortaya çıkmıştır:

"Şasırtan anons" başlığı ile verilen haberde şöyle denilmekte:

"- Diyarbakır Pir Sultan Abdal Derneği tarafından düzenlenen Aşure Günü etkinliğinde konuşan Dernek Başkanı avukat Cafer Koluman, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı'nı ‘Ali Osman Baydemir’ diye anons etti."

Mesele şu: Dernek "aşure günü" düzenliyor, bu "gün"e, Diyarbakır'ın sol ve milliyetçi kürt "eşrafı" katılıyor, 15 Ocak 2011'de "Cem Evi" inşatının temelinin atılacağı duyuruluyor, işte bu esnada o anons yapılıyor ve sayın Baydemir de çıkıp işin aslını anlatıyor:

"- Sayın Başkan'a, beni Ali Osman diye anons ettiği için teşekkür ediyorum. Aslında bu benim talebimdi. İnşallah bu isme layık olacağız. Başkan ve dernek üyeleri beni ziyaret ettiğinde bu ismi istediğimi söylemiştim. Sağolsun kabul etmişlerdi ve bana da ‘Ben de isminin yarısına kurban olurum’ demişti. Bütün canlara saygılarımı sunuyorum. İnşallah ocak ayının 15'inde ‘Ali Osman Cemevi’nin temelini atacağız. Camilerimiz, medreselerimiz zaten vardı, kiliselerimizin onarımına başlamıştık, tek eksiğimiz cemeviydi. Bunu da en kısa sürede tamamlayacağız ve 2011 yılı içinde hizmete açacağız. Bunun sözünü veriyorum. Dostça kalın, canca kalın."

Sayın Baydemir'in, ilk başta "demokratik'lik"den bahsettik, bu yaptığı açıklamanın ne derece "demokratik" olduğu tartışılmalıdır; her zaman "referandumu" öne sürüveren sayın Baydemir'in, "camilerimiz, medreselerimiz zaten vardı, kiliselerimizin onarımına başlamıştık, tek eksiğimiz cemeviydi" diyerek inşaatından bahsetmesi “Diyarbakır ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi"ne ne derece UYGUNDUR tartışılmalıdır.

Dikkat ederseniz, sayın Baydemir, "camii ve medreselerimiz zaten vardı" diyor, ardından da cümlenin gelişiminden kesin olarak anlaşıldığı üzere zaten varolan "kiliselerimizin onarımına başlamıştık" diyor ki "demokrat" bir idarede "zaten varolanlar" için en uygun olan işi yapıyor fakat ardından gelen "TEK EKSİĞİMİZ" VURGUSUYLA "toplumsal tarihde" OLMAYAN "Cemevi inşaatına başlayacağız" demesi, aile içinde bile "protesto şıkkını kullanan" bir aileye sahip sayın Baydemir’in "demokratik"liğine kesin bire DARBEDİR!

Bu, yukarıda bahsettiğimiz, "Demokrasi"nin, idarecileri ile "Politbüro Demokrasi" veya "Politbüro Oligarşisi"ne dönüşüp dönüşmemeyeceğinin de virajı"nın BAMTELİDİR!

Diyarbakır ve çevresinin TOPLUMSAL, EKONOMİK ve o çevrece sıkça kullanılan EKOLOJİK TARİHİNDE OLMAYAN bir unsuru hangi hak ve selahiyetle KENDİ KENDİNİZE "EKLEMEYE" kararı aldınız?

Değil midir "demokratik yönetim", yapısal birdüzenleme içine girecekse bunu referandum şıkkını kullanarak demokrasinin gereği olarak halkın iradesine sunar ve oradan ortaya çıkacak kararla işlemi gerçekleştirir, "diyarbakır ve çevresinin" tarihsel dokusunda olmayan bir girişimi nasıl başlatabilirsiniz?

Bu, kendi kendime "nizamlama-açıklama bloğumu" takip eden okuyucularım, cemevine inşaına karşı olduğuma diar bir hata içine düşmemeliler.

Burada tartıştığımız konu, cemevi gibi "diyarbakır ve çevresi"nde olmayan bir "şey"in, ki bunu sayın Baydemir'in açıklaması ile de biliyoruz, yoktur, "diyarbakır ve çevresi"nde YAŞAYANLARA SORMADAN "EKLEMLENDİRMESİDİR."

Mesela merak ettiğim bir husus, sayın Reyhan Yeşildağ'ın, yani sayın Osman Baydemir'in eşinin buna dair bir "protestosu" olmuş mudur?


“Hoşgörücü’leri” de Aşan ve Geçen


Değil midir ev içinde de "protesto usulu" kullanılmaktadır, sayın Baydemir'in demokratik usule TAMAMEN ZID ve AYKIRI bu tutumuna da "PROTESTO GELİŞTİRMİŞ MİDİR?" sayın Yeşildağ?

Bunlar elbette şahsi anlayışlarının TEST EDİLMESİNE yöneliktir, önemlidir aslında, çünkü burada BÜTÜN ŞUURLARI ortaya çıkmaktadır.

Nasıl mı?

"Diyarbakır ve çevresi"nin toplumsal, ekonomik ve "ekelojik" tarihinde bulunmamasına rağmen inşa kararı alınan cemevinin ismine bakar mısınız lütfen?

"ALİ OSMAN CEMEVİ!"

Kendisinin tam ismi Mehmet Osman Baydemir olan sayın Baydemir'in kendisine "Ali Osman" diye lakab takılmasını "teklif ettiğini" ve Cemevi idarecilerinin de bunu kabul ettiğini okuduk yukarıda; ANLAŞILMAKTADIR Kİ, aslında bu lakap, "diyarbakır ve çevresi"nin ne toplumsal ne ekonomik ne ekolojik "tarihi"nde bulunmayan "Cemevi Unsuru"nun EKLEMLENMESİ için icad edilmiştir!

Bunun müsebbibi de sayın Mehmet Osman Baydemir!

Durumun trajik veya insanı belki çatlatıp öldürecek kadar gülünç durumunu, yani bir Cemevi'nin isminin "ALİ OSMAN" olmasına lütfen dikkat ediniz!

Kanımızca, "diyarbakır ve çevresi"nin toplumsal, ekonomik ve ekolojik "çevre" ve "tarihi"nde OLMAYAN bir "unsur"un "eklemlenebilmesi" için, yani, mesela Peygamber Efendimize hakaret eden karikatürlere "tepki" için 1.000.000'luk kitle gösterileri yapan "Diyarbakır ve çevresi" insanına bu durumun YUTTURULABİLMESİ için oluşturulmuş bir formüldür bu!

Pir Sultan Abdal Derneği'nden kimsenin buna itiraz etmemesi de bunun bir delili olsa gerek! (Bu cemevi ismini Kabul ederek de “tarihe” geçmişlerdir kendileri!)

Yoksa, tıpkı yukarıda bahsettiğimiz ve sayın eşi Reyhan Yalçındağ tarafından "protesto" edilen "tepki" gibi, bir Cemevi'nin isminin "Ali Osman" olmasını duyan her alevinin koskoca ve şaşkınlıkla dolu olarak "HAAAASSSSTIIR LANN!" dememesi ne mümkün!

Bu ismi açıklayan avukat -ki ismi bile Aleviliğe olan "bağlılığının" belgesidir- Cafer Koluman, "ben de isminin yarısına kurban olurum" diyerek aslında bunun bir "formül" olduğunu, en kısa zamanda, "diyarbakır ve çevresi"nin komik "Ali Osman Cemevi"ni "yutup hazmettikden" sonra isminin DEĞİŞTİRLECEĞİNİ de dolaylı olarak söylüyor zaten.

İşte ""Demokrasi"nin, idarecileri ile "Politbüro Demokrasi" veya "Politbüro Oligarşisi"ne dönüşüp dönüşmemeyeceğinin de virajı"na dikkat çekmemiz ve çok açık bir şekilde "ALİ OSMAN CEMEVİ" ilanından sonra da VİRAJI ALAMAYIP UÇURUMA DÜŞMÜŞLERDİR, "KALIT"I DA "CEMEVİNDEKİ CENAZE NAMAZI İLE KALDIRILACAKTIR" hükmünü artık vermemiz mukadder bir netice olacakdır!

Sadece bir "cemevi ismi" üzerinde sayın Baydemir'in ŞUURUNU net bir biçimde görmek mümkündür ve okuyucularımız göreceklerdir ki sayın Baydemir "Politbüro oligarşisi" içinde birazdan göstereceğimiz üzere adım adım ilerlemektedir!

[Sayın Baydemir'in "Ali" ile Alevileri, "Osman" ile de "Sünnileri" "kucaklama" gayreti, "barış içinde hoşgörülü yaşam"cılar  veya "dinlerarası dialog"cuların AKLINA BİLE GELMEYEN bir teşebbüstür.

Değil mi, "hoşgörü'cü ve dialog'cular"ın en fazlası ile yaptıkları herhangi bir "ibadethane"de -kilise, sinagog, camii- "ortak ayin-ibadet ve dua etme", hiçbirini aklına sayın Baydemir'in yaptığı gibi bir "isimlendirme" ile bir sinagog, camii, kilİse yaptırma gelmemiştir!

Mesela, "Valantin Day's"in memleketimizde oldukça yaygın ve "mübarek bir gün" gibi "tutulması"ndan hareketle "ST. VALANTINE CAMII" veya mukabil olarak "AZIZ NASREDDIN HOCA KATEDRALI" veyahut "HAZRET-I ÖMER SINAGOGU" gibi... Sayın Baydemir görüleceği üzere "dialog ve hoçgörü'cü"leri misliyle -ve sessizce- AŞIVERMİŞTİR!]

Sayın Baydemir, "-DİSA-Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü"nün 11-13 Kasım 2011 tarihlerinde yaptığı "Diyarbakır ve çevresi toplumsal ve ekonomik tarihi” isimli “bilimsel bir toplantıya" katılmış ve konuşmuştur.

Toplantıyı DİSA, "Hırant Dink Vakfı" ile birlikte tertipliyor ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası da "destek"lemiş.

DİSA hakkında kendi web sayfalarından doyurucu olmayan bilgileri bulmak mümkün


Keza "ortak" Hırant Dink Vakfı hakkında da kendi web sayfalarından bilgi alabilirsiniz; "Destekçiler" kısmı oldukça dikkat dikkat çekicidir, bakmanızı da tavsiye ederim bloğumu okuyan okuyucularıma.



“Zırtopoz Osman!!”


Bu arada bir konuya dair malumat vermek de istiyorum.

Bazı yazarlar, "kahin... yine bildi... herşeyi bilen adam" gibi vasıflandırmalarla anılıyorlar malumdur. Bunun sebebi de yazılarında gerçekten çok ilginç bilgiler vermeleri ve kendisinin bir yazar olarak erişebilme imkanı olmayan "gizli bilgileri" konu edinerek yazmaları.

Mesela bu şekilde ismi çıkmış olanlardan birisi Emre Uslu diğeri de "kankası" Önder Aytaç... Bu iki yazar neredeyse her gün ve neredeyse bir kaç yazı ile göründükleri gibi, bunun haricinde bir de "sanal kahvehane" olan Twitter'ı kullanıp, "son dedikoduları" da oradan yaymaya ve ileriki günlerde olabilecek olanlara dair "kehanetleri"ni "twit"leyip "piyasaya oluşturuyorlar."

Mesela bu iki arkadaşın, "kanki"nin, neredeyse iki sene önceden sayın Baydemir'i hedefe oturttukları, hakkında yayınlar yaptıkları küçük bir araştırma ile anlaşılacaktır. Hani sadece bunlar değil elbette sayın Baydemir'i hedefe oturtan, "derin işler" yapan, "derin analizler" yapan bazı "web siteleri" de bunu gerçekleştiriyor.

11 Kasım 2011 tarihli "aktifhaber" sitesinde çıkan bir yazı, bunun nefis bir örneği olmakta.


"Osman Baydemir bitirildi mi?" başlığıyla servis edilen "analiz"de o günlerde basına yansıyan (acaba "kimlerce" yansıtılan, demek gerekir.) sayın Baydemir'e yönelik eleştilerinin "basına yansıyandan daha sert olduğu iddia edildi" deniliyor:

"- Son avukat görüşmesinde “Silahlar miadını doldurdu” sözleri nedeniyle Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ağır sözlerle eleştiren Abdullah Öcalan’ın, eleştirilerinin gerçekte basına yansıyandan çok daha sert olduğu öğrenildi. Öcalan’ın Baydemir’e yönelik “Söyleyin ona gitsin AKP’ye üye olsun ya da özeleştirisini versin. Silah olmasaydı 2 ay bile o koltukta oturamazdı” dediği belirtildi.

'PKK vazgeçse de ben vazgeçmem'

Önceki hafta Öcalan ile avukatlarının görüşmelerinin dökümü terör örgütüne yakınlığıyla bilinen Fırat Haber Ajansı’nda (ANF) yayımlanmış, Öcalan bu görüşmede Baydemir’i, “Silah miadını doldurmuştur. Demokratik özgürlük mücadelesinden PKK vazgeçse de ben vazgeçmem” yolundaki açıklamalarını ağır bir dille eleştirmişti.
Haberde Öcalan’ın, Baydemir hakkındaki şu sözlerine yer verilmişti:

“Bazen öyle şeyler oluyor ki, çok şaşırıyorum, öfkeleniyorum. Bazıları çıkıp sorumsuzca, ‘silahlı mücadele miadını doldurmuştur’ diyor. Açık söylüyorum, Kandil bile bu konuda tek başına yetkili değil. Herkes kendi işine bakmalı, sorumlu olduğu konularla ilgilenmeli, kafa yormalı, söz söylemelidir. ABD’si Avrupa’sı bile artık bu konuda beni tek etkili-yetkili kişi olarak görürken bunların yaptıkları açıklamalara bakın!"

(Dikkat ederseniz, “ağır” eleştirilerin nasıl olduğundan bahsedilmiyor örnek verilerek, sadece “ağır eleştirmiş” denilerek “haber” veriliyor, önemlidir.)

Muhterem eşleri sayın Reyhan Yeşildağ bu durumu "protesto" etmişler midir yoksa "insan hakları savunucu" olarak "Öcalanı protesto etmiş" midir bilemiyoruz ama o günlerde sayın Baydemir tarafından reddedilen bu haber, aslında bir gerçeği ifade ediyormuş buna eminiz.

"Gizli bilgilere" ulaşan insanların ellerinden çıktığı malum bu haberin doğruluğu, bir kaç gün önce çıkan, son KCK operasyonlarında gözaltına alınan 43 avukat soruşturması esnasında ele geçirildiği "iması" yapılarak yayınlanan bir haberle tasdik edildi:


"- Öcalan'dan BDP ve Kandil'e Ağır Hakaret

İmralı’da avukatlarıyla görüşen Öcalan, BDP ve Kandil’e hakaret yağdırıyor: Şarlatan Sebahat... ZIRTAPOZ OSMAN... Uyduruk gerillacı Kandil...

KCK operasyonunda, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, ‘çok eksik’ bulduğu BDP milletvekilleri ve belediye başkanlarından Kandil’deki sorumlulara kadar ağır hakaretlerde bulunduğu ortaya çıktı.

Baydemir söz almış gibi

Artık silahlı mücadele döneminin bittiğine yönelik açıklamalar  yapan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir için de “Zırtapoz” nitelemesi yapan Öcalan, “BÖYLE KONUŞURSA O DA GEBERIR GIDER. Zırtapoz Osman’ın konuşmalarını, Karayılan da çok eleştirmiş” diyor.

Baydemir’in ‘AVRUPA VE ABD’DEN ÖNDERLIK SÖZÜ ALDIĞINDAN’ kuşkulanan Öcalan’ın, şu sözleri dikkat çekiyor: “(Osman Baydemir) Ya çok saf, hoppa, şovmen birisidir ya da ABD’YE, AVRUPA’YA VERDIĞI BAZI SÖZLER VARDIR, SAHTE BIR ÖNDERLIK PEŞINDE. Tabi ikisi de çok tehlikeli kendisi için. Hepiniz SERSERI MISINIZ, BIRBIRINIZE ANLATMIYOR MUSUNUZ? Osman senin yerin AKP’nin sivil toplum örgütüdür."

Anlatmak istediğim husus, basında ve çokca internetde belki "bu kadar da değil!" cinsinden çıkan haberlerin hepsi olmasa da (çünkü "kara propaganda" da vardır) bir kısmının, bunlar için de "işaretli" ve "lakablı" gazetecilere bakmak gerekir, hemen reddedilmemesi, herhangi bir tarafın yanında cevval kılıç yeralınmaması gerektiğini hatırlatmak...

İkinci olarak da, dikkatinizi çekiyorsa Abdullah Öcalan, sayın Baydemir hakkında  "sahte bir önderlik peşinde" diye bir kuşkusunu dile getiriyor.

Diyarbakır belediyesinin tıpkı İstanbul belediyesi gibi ÖNEMİ malumdur, buraya (İstanbul) konulacak kişinin de bir kere "kariyeri" oldukça ilerler, (ardından önemli bir siyasi aktör olarak siyasete atılanlar çoktur.) Diyarbakır ise "etnik" olarak oldukça önemlidir Avrupanın nazarında. Doğal olarak Diyarbakırın belediye başkanı, istese de istemese de siyasi bir aktör konumu gelecek ve hatta Öcalan'ın bahsettiği üzere "önderlik" konusuna da girme düşüncesine kapılabilecektir.

Basında çıkan "hademesine selam duran başkan" haberleri, aslında Öcalan'ın bu "zırtopozluk" diye nitelendirdiği hususla alakalı olarak "kendi sorumlusuna" hesap vermesidir.

Kanaatimizce bu "hesap" sayın Baydemir'e "dokunmamıştır", pek umursamamıştır ki, biraz sonra (daha evvelki bir yazımızda bahsettiğimiz konuyu) ele almaya başlamıştır.

Sizlere, Hırant Dink Vakfı'nın "destekçileri"ne bakın dememin nedeni de budur; sayın H. Dink'in ölümü arkasından sayın Emin Gürses ki Ergenekon operasyonlarında tutuklanmış ve uzunca bir zaman sonra tahliye edilmiştir, "Dink, vatansever güçlerdendi, toplantılarımıza katılırdı" açıklamasında bulunmuştu, belki böyledir gerçekten de bilemeyiz, ama bildiğimiz, sayın Dink'in katlinden sonra hayatında göremeyeceği kadar "bayraklaştırldığı" ve belki de "değiştirildiğidir!"

Sıralarsak:

Sayın Baydemir'in ""silah bırakma" konusunda, kendisini o mevkiiye getiren PKK'yi "sallamaması" önemlidir; DİSA'nın Hırant Dink Vakfı ile birlikte gerçekleştirdiği "bilimsel toplantı" önemlidir; orada sayın Baydemir’in konuşma metni çok çok önemlidir ve bütün bu önemlileri üst üste toplarsanız, ya sayın Baydemir bir dahaki belediye seçimlerinde aday gösterilmeyecektir ya adaylığı için direnirse Öcalan'ın dediği gibi "geberip gidecektir" veya aday gösterilecektir ve PKK'nin de bugüne kadarki siyasetini değiştirmesine, "ırzına tecavüze" izin vermesine –kendi kendine-  neden olacaktır.

Bir başka makalemizde şunları demiştik:

"- Sayın Öcalan ve sayın Karayılan başta olmak üzere diğer sayın gerillalar ve sayın BDP üyeleri, sayın Bağımsız milletvekilleri, sayın Önder, sayın Demirtaş, kendi ceddini “hırsız, katil ve tecavüzcü” gören sayın Maraşlı’nın dediklerine karşı SİVİL İTAATSİZLİK içinde tepki gösterecekler midir, bir yanıt verecekler midir yoksa, “KÜRT AYDINLANMASI” böyle olur diyerek ALÇAK, KATIL, HIRSIZ VE TECAVÜZCÜ DAMGASINI –aşağılık bir damga olarak- ALINLARINDA TAŞIMAYA devam mı edeceklerdir?"


Hiç bir cevap alamadık. Gayet de tabiidir bu aslında; şurada kendi kendimize makaleler yazıyoruz, bunun için kimseyi zorlamıyoruz, cevap vermemeleri de gayet doğaldır.

Doğal olmayan ise, "MİSYONER POZİSYONU" isimli makalemizde işlediğimiz konunun, tehlikenin, YAYGINLAŞMAYA BAŞLADIĞININ ortaya çıkmasına rağmen ne PKK ne KCK ne BDP temsilcilerinin bir tepki vermemesidir!

Bakın sayın Baydemir, Hırant Dink Vakfı'nın ortaklığında DİSA adına düzenlenen ve Diyarbakır "sol ve yutrsever tüccar eşrafı"nın "oda"larının "destekçiliğinde" tertiplenen "bilimsel toplantı"da nasıl şeylerden bahsediyor:

"- Kökeni Diyarbakır’a ve civar illere dayanan ancak dünyanın dört bir yanına savrulan Ermenilere  Baydemir şöyle seslendi: “Bu yaşananlardan sonra bir;  biz Kürtler,  Mezopotamya yaşayanları barışı kaybettik. O günden bugüne değin barış bu coğrafyaya gelmedi. İki; biz yoksullaştık, nana muhtaç olduk. O günden bugüne siyasi ve ekonomik istikrar bu coğrafyaya gelmedi. Çok iyi biliyoruz ki kutsal bir değer kirletildiği için lanete uğradık. Bu laneti ancak sizin desteğinizle, katkınızla, katılımınızla ortadan kaldırabiliriz. Siz destek vermezseniz bunu başaramayız. Türkiye’nin batı yakasında yüzleşmeyi sağlayabilmek için Ermeni kardeşlerimin bu manada desteğine ihtiyaç var. Özellikle diasporanın desteğine ihtiyaç var.”

Burada sayın Baydemir'in kastettiği, "Ermeni Tehciri"dir. Peki bunları niye söylemiştir?

"- Bugün yaşayan tek bir Kürt’ün bu katliamdan sorumlu olmadığını söyleyen Baydemir, “ANCAK BIR ŞARTLA: O dönemin VICDANSIZLIĞINI, KIRLILIĞINI MAHKUM ETMEK ve bunu yapabilmemiz için de bu bilgi birikiminin topluma yansıtılmasını sağlamamız lazım. Bunun için BIRLIKTE DAHA ÇOK ÇABA sarf etmemiz lazım” diye konuştu. 

Pozitif örnekleri açığa çıkartalım

“Bu coğrafya bir daha asla böyle bir kirliliğe ev sahibi olmayacaktır” diyen Baydemir, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının tümünde barışa ulaşmanın ön koşulunun BAHSEDILEN 40-50 YILLIK ZAMAN DILIMIYLE YÜZLEŞMEYI BAŞARABILMEK olduğunu söyledi. Baydemir, “BEN KENDI ADIMA HAMIDIYE ALAYLARI IÇERISINDE YER ALAN DEDELERIMI REDDEDIYORUM. Ben Lice’de bedel ödeyerek direnen insanların dedesini dedem olarak kabul ediyorum. Dolayısıyla Türk halkının da gurur duyacağı, bu sürece karşı çıkan, bedel ödeyen dedeleri vardır. Yakın geçmişimizde de vardır. İsmail Beşikçiler vardır. Benden daha fazla bedel ödeyenler insanlar vardır. Böylesi ortak değerleri öne çıkarmak lazım. Kendi toplumumuza ‘bu modeller de vardı’ diyerek pozitif örnekleri açığa çıkartarak, geçmişle hesaplaşmak yüzleşmek hepimizin ödevi olmalıdır” şeklinde konuştu."

Dikkat ederseniz sayın Baydemir "kendi adıma Hamidiye Alayları içerisinde yer alan dedelerimi reddediyorum" derken hiçbir isim telaffuz etmiyor, ki bu da doğaldır, ORASI DİYARBAKIR'DIR, STRAZBURG, STOKHOLM, KOPENHAG DEĞİL, bir isim tek bir isim zikretsin ondan sonra da SEYRETSİN OLACAKLARI!

Kaldı ki bu "bilimsel toplantı", bakmayınız siz "bilimsel toplantı" denilmesine hem, bilemediniz 30 bilemediniz 50 kişinin, küçük bir salonda yaptıkları "geniş katılımlı" bir toplant değildir, ama bahsettiğimiz gibi önemlidir, çünkü "Kürtleri", kendi "Milli Değerlerinden, Şahsiyetlerinden" uzaklaştırmanın, onları utanç kaynağı olarak görmelerinin bu topraklardaki ve üstelik AMED'de gerçekleşen İLK TOPLANTISIDIR!

Evet, sayın Baydemir isim vermiyor ama işaretlerle onları tanıtıyor, önceki yazmınızda da biz bunları başkalarının yazdıklarından anlatmış, göstermiştik:

“- Oysa çok iyi bilinmektedir ki Soykırım aktörleri Kürt Hacı Musa, Cemile Çeto, Ashkar Sımko, Kör Hüseyin Paşa… gibilerin Kürt yurtseverliğiyle bir ilişkileri yoktur.”

Gördüğünüz gibi, Azadi örgütünün kurucuları, Şeyh Said hadisesinin aktörleri, yani Kemalizme karşı şu veya bu şekilde mukavemet göstermiş, en önemlisi de Sultan Hamid’e TAM İTAATLİ insanlar, Osmanlı’ya sadık olanlar, “KÜRT DIRENIŞI”NIN TEMELLERINI ATANLAR  BIR ÇIRPIDA, “KIZININ VE DAMADININ HAYSIYETINI, ŞEREFINI 27 OSMANI LIRAYA SATAN IRANUS’UN” YALANLARI ILE “KATIL VE TECAVÜZCÜ” OLARAK DAMGALANIYOR!"

Çok açık değil mi?

"Kürt İsyanları"nın efsaneleşmiş şahsiyetleri, birer ırz düşmanı, tecavüzcü olarak gösteriliyor ve bunun bu topraklarda üstelik "sembolik" bir şehir'de "zihniyetlerini" açık eden bir "salon"da, "Sümer Park Resepsiyon Salonu"nda Amed'in Belediye Başkanı olan sayın Baydemir dile getiriyor!

Başlangıçda "demokratlık"dan bahsetmiştik, sormak gerekiyor sayın Baydemir'e, tek bir karşı görüşün ALINMADIĞI (oysa değerli bir araştırması bulunan Prof. Musa Şaşmaz buna davet edilebilirdi) "bilimsel toplantı"nın bir kere "bilimselliği" şüpheli değil midir?

Sormak gerekiyor sayın Baydemir'e, kendileri hayatda bulunmayan ve tabii olarak kendilerini savunamayacak kişiler hakkında arkalarından imalarla hakaretler etmek "demokratik"liğin neresinden yazar?

Sormak gerekiyor sayın Baydemir'e, kendi milli kıymetlerine KÜFÜRLER ETTİĞİNİZ bu toplantıyı niye halka TAMAMEN açık yapmadınız da "gizli mahfiller"de düzenler gibi tertiplediniz?

Bunların ne kadar cevabını vermeye kalksa da sayın Baydemir, öncelikle bu yaptığının demokratlıkla hiçbir alakası olmadığını inkar edemeyecektir, bu apaçık bir şekilde TEPEDEN İNMECİ JAKOBEN ANLAYIŞDIR; "cahil haklı aydınlatma" görevine kendiliğinden (mi?) soyunmuş, evde "çok demokrat" ama sokakda "kibar jakoben" sayın  Baydemir'in POLİTBÜRO OLUŞTURMA ÇABASIDIR!

Bu noktada...

Abdullah Öcalan'ın, her ne kadar başka bir konu ile alakalı sözleri sebebiyle söylemiş olsa da "ZIRTOPOZ BAYDEMİR" ifadesi "cuk!" diye yerine oturmakdadır; üstelik başka bir konu ile alakalı olarak söylemiş olsa da Öcalan, "ABD’ye, Avrupa’ya verdiği bazı sözler vardır, sahte bir önderlik peşinde." demesinin NASIL OLACAĞININ DA PRATİK ADIMIDIR!
O halde yine Öcalan’la devam edelim ve sayın Baydemir’in, Öcalan’ın “kuşkulanarak”, “SAHTE BİR ÖNDERLİK PEŞİNDE, ABD VE AVRUPAYA SÖZ VERMİŞ” demesinin, bu “KÜRT MİLLİ ŞAHSİYETLERİNE HAKARET” ile tamamen doğrulandığını ifade ederek, Öcalan’ın şu sözüyle biritelim:

“Hepiniz serseri misiniz, birbirinize anlatmıyor musunuz?” bu ihaneti PKK’nın, BDP’nin, KCK’nın “göbek büyüten” idarecileri!?

“Tarihinize küfrediliyor”, bunun önünü almazsanız, bilin ki, bugün nasıl Dersim konusu gündeme getirildi, “yarın”, PKK’nın “Dersim Alevilerine olan Şiddeti”ni dinleyecek ve reddedileceksiniz!

“Hepiniz serseri misiniz, birbirinize anlatmıyor musunuz?!”

ALİ BABA

21 Eylül 2011 Çarşamba

Tarak




TARAK

 

Burası Texas


Sayın Ali Ünal'ın 12 Eylül ‘11 tarihli "Ustalık dönemiyle ilgili üç endişe" başlıklı yazısı, sayın Rauf Atila Polat'ın birisi iki gün sonra yayından çekilen yazısı, sayın Önder Aytaç’ın son yazısı (o kadar çok yerde o kadar çok isimle yazı yazmaktadır ki "son yazısından" kastımızın "Hakan Fidan ve Erdoğan'a karşı büyük oyun!" başlıklı 14 Eylül ‘11 tarihli olduğunu söylemek mecburiyetinde bırakıyor) ve evet bu sefer "kasti" olarak işleyeceğiz, sayın Hayrullah Mahmud Özgür'ün (bundan sonra HMÖ olarak  geçecektir.) son yazısı (tıpkı sayın Aytaç gibi "yazı kusmakla meşhur olduğundan "Bre Şerefsiz"i kastettiğimizi ifade edelim) ve arada "bağlantı" kurmak için kullanacağımız "açık malzemeler" ile şu bir haftanın manzarasını çizmeye çalışacağız.


Muhakkak kesin bir doğruyu bulacağız, demiyoruz; aksine özellikle KARIŞTIRILMIŞ ve bu esnada fırsatdan istifadeci zihniyetlerin "durumdan vazife çıkarıcı” katkılarıyla banyodan yeni çıkmış birinin karmakarışık saçı haline getirilmiş olduğunu gördüğümüz manzaraya, "bir taraklık işi var!" diyerek elimizdeki "tarak"la bir çeki-düzen vermeye çalışacağız.(*)


Fakat "tarak" deyip de geçmemek gerekiyor.


En önemli kozmetik malzemelerdendir bilindiği üzere; tarak, içinden çıkılmaz denilen durumlarda iki darbe ile önce ortamı düzler, ardından da dilediğinizce ŞEKİL vermenize imkan sağlar.


Burada önemli bir ayrıntı var: Tarağı kim kullanacak?


Tarak kimin elindeyse düzleme ve çeki düzen vermeyi o yapar elbette; kuşkusuz SAHİPSİZ BİR DEVLET tablosu halindeki TC Devletinde herkesin elinde bir tarak, kozmetik görüntüyü düzeltmeye çalışıyor.


İnternetin, kullanılmaya hız verilen "sosyal media"nın yaygınlaşmaya başlamasıyla herkesin elinde bir tarak, herkes berber! Şüphesiz "ahmakların saldırılarına cevap vermek, ahmaklıktır" ve muhakkak ki "yoldan alıkoyar" üstelik, o halde "sosyal media"nın "şizofrenik" tiplerinin yazdıklarını, "muta(n)t söylev"leri tekrarlayıp gerçekten de GERİCİ halde kalanları (kastettiğimiz her taşın altında "yahudi" aramak gibi konuyu getirip götürüp "antiemperyalizm" ile açıklama yorgunluğunda insanları kendilerine güldüren sol ve "islami sol" olanları kastediyoruz), yaşları yetmeyecek mevzuları "yaşamış" gibi anlatan soytarıları bir kenara bırakmak ve "irtibatlı" olduğunu  zannettiğiniz ve emin olduklarınız üzerinden elinizde tarakla işe koyulmak, aslında bir USÜL olarak en makulu olsa gerek.


Fakat kaydedeğer görmediklerimizi de masadan atmak gerekmez, soytarılık içinde olduklarından ağızlarından çok şeyler de kaçırırlar, onlar da değerlendirmelerinizde üçüncü dereceden bir kıymet içine konulabilir.


Siyasi olaylar, aslında ENTRİKA içerisinde kurgulansalar da, bütün kurguların gerçekleştiği zemin, HERKESİN GÖZLERİNİN ÖNÜNDEDİR; mesele, onu görebilmekte!


Muhakkak tabi kurgunun planlandığı anda masada kimlerin varolduğunu bilemeyiz, ama her şey gözlerimizin önünde cereyan ettiğinden tahmin edilebilecek bir durumdur; "sosyal media"nın bunca DEHHAMELEŞTİĞİ zamanımızda gerçekten de hiçbirşey gizli kalmıyor, üstelik SAHİPSİZ BİR DEVLETTE, birbirlerini fiilen takip ve kontrol edenlerin, semereleri "sosyal media"da şu veya bu şekilde servis yapmaları da "gizlenmeyi zorlaştırıyor" ve aslında basına dedikodu veya iddia olarak bile yansıyan, ilk başta garazkar olarak bile görülebilecek haberlerin, bu sebeble, şu veya bu kadar bir gerçek zemini olduğunu da kabul etmek gerekir ki, işte o zaman "tarak"a çok iş düşmekte ve eğer onu eline alan gerçekten de meslekden gelme bir "Berber" değilse, iş çok daha karışık veya sizin arzu etmediğiniz bir hale girmeye de mahkum oluyor:


Görmüşşünüzdür, saçının bir kısmı kabarık bir kısmı uzun, suratının bir kısmı sinek kaydı, öte tarafı hafif talaşlı veya elektriğe çarpılmış gibi saçları acayip insanları... Veya saçını boyatmıştır da, tonu tutmamıştır vs. Bütün bunlar Berber'in mahareti ile alakalı...


Bunca sözden, hiç hazzetmediğimiz bir şekilde "mahir bir berber" olduğumuzu ima ettiğimiz gibi bir izlenim oluşursa, fena! Kaldı ki burada kendi kendimize bir konuşma gerçekleştirdiğimizi, okunması gibi bir gayemiz olmadığını, daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik; burada kendi kendimizi övsek ne olur, öyle bir “psiko” görüntü mü verdik? Sadece "tarak ve berber"in kalitesine dair "tecrübelerimizi" konuşturuyoruz diyelim inandığımız sistemden aldığımız güçle, o kadar. Üstelik, "tarağı kim kullanacak" derken de zaten "tarağı kullanması gerekene" dair fasıldan bahsettiğimiz de ortada:

Tarak bizim elimizde değil yani!


Gelelim cümlelerin peşine takılıp geldiğimiz bu noktadan esas meseleye.






"Üç Endişe" sadece Endişe mi?




Sayın Ali Ünal'ın Zaman gazetesinde yazdığı ve kendimizce takdir ettiğimiz, bir çok imaları vuzuha kavuşturan yazısı, sayın Başbakan'a yönelik ve oldukça masum ve masumiyetine de ÖZELLİKLE dikkat edici bir kalemle yazılmış. Elbette, sayın Ünal'ın yazısındaki dille bir sorunumuz yok, sorsanız "daha öncekilerde böyledir, özel bir durum değil" diyebilir ve biz de bunu kabul ederiz, ama bizim dikkat çektiğimiz nokta, sayın Başbakan'a dair bu kadar açık bir İKAZIN ve aslında garip bir tevafukla yazıdan hemen sonra tezahür eden "BEKLEMEDİĞİ ENGELLER" vurgusu...


http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1178741



Sayın Fetulah Gülen'in etrafına "cemaat" diyenler çok ise de aslında "cemaat"den farklı ve fazla olarak -istenirse batılı anlamda da değerlendirilebilir- "TARİKAT" demek çok daha makul ve makbul olacaktır. Zaman gazetesinin her yazarının "makbul" olmadığı, orada yazanlardan ancak bir iki tanesinin "Hocaefendiden ilhamlı" olarak yazılar yazdığı ve onların okunduğu, tarikat müntesiplerinin "forumlarda" bu türden siyasi mevzular yerine "dini" ve özellike "ahir zamana tealluk eden" hususlarla ilgilendikleri ve "işaret edilmiş" yerler hariç pek interneti kullanmadıkları da bilinen hususlar; yani sıkı bir "iç disiplin" hatta "baskıcı bir disiplin" var desek, pek de yanıldığımız söylenemez.


Sayın Gülen'in bir "şeyh" olup olmadığı mevzusu, konumuz değil ve kendisi de bunu kabul etmez zaten, o "hocaefendi"dir, ne eksiği ne fazlası, müntesiplerini "dini konularla tenvir" etmekle meşgüldür, bunu da kabul ederiz, hatta Şeyhlikle bir alakası olmadığına da inandığımızı belirtelim. (1)
 

Sayın Ünal'ın "ne var ki bunda?" dedirtecek yazısında şunlardan bahsediliyor:


"- Sayın Başbakan'ın "ustalık dönemi" olarak nitelediği üçüncü iktidar dönemiyle ilgili olarak doğrusu üç önemli endişeden bir türlü kurtulamıyorum.Başarılar, en mütevazı ve maneviyatı en yüksek insanlarda bile belli kırılmalara yol açar. Hem bu kırılmalara mâni olmak hem de başarıların Allah'tan olduğunu ve dolayısıyla gurur değil şükür gerektirdiğini ihtar sadedinde Kur'ân-ı Kerim, her başarıdan sonra daha bir tevazuu ve peygamberlere dahi istiğfarı emreder. Bu istiğfar, ayrıca başarılara giden yolda işlenmiş olması mümkün hata ve günahların affı ve daha sonraki döneme birer leke, ortaya konacak müsbet faaliyetlere birer engel olmaması için de önemlidir. Dolayısıyla, ağaçların dallarının meyvelerinin fazlalığı nisbetinde eğilmesi gibi, bilhassa idarecilerin, önemli mevkilerde bulunanların Cenab-ı Allah kendilerine başarı bahşettikçe daha bir eğilmeleri gerekir. Siyaset ve propaganda gereği başarılardan söz etmek makûl görülebilse de, bunları içten sahiplenmemek ve artık ustalık gibi iddialarda bulunmamak, gerçek ustalığın ve gerçekten usta olmanın
girişidir, başlangıcıdır, temelidir."


Ne var ki bunda denilebilir, fisebillilah nasihatlerde bulunuyor sadece, değil mi?


"- İkinci olarak, bir hadîs-i şerifte, "Allah, bir idareciyi severse ona hatalarını hatırlatacak bir vezir nasip eder." buyurulur. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bu hadîsin şerhi mahiyetinde çok güzel bir değerlendirmesi vardır: "En çok zevk duyacağımız şey, sevdiğimiz ve sevgisinden emin bulunduğumuz kimselerden gelen tenkitler olmalıdır. Aksine, bazı kusurlarımızdan dolayı çok dostlarımızı kaybedeceğimiz gibi, birçok eksik ve kusurlarımızı da düzeltme mülâhazası söz konusu olmayacaktır." (2)Gerçekten seven insan, sevdiğini öven insan değildir. İnsan, önce nefsini, hem de herkesten çok sever ve zaten sürekli kendisini övme meyli taşır. Fakat bu övmenin ve sevmenin insana faydası yoktur. Bizzat nefsinin insana bu düşmanlığı karşısında, evet, en çok zevk duyacağımız şey, sevdiğimiz ve sevgisinden, samimiyetinden emin bulunduğumuz kimselerden gelen tenkitler olmalıdır."


Ne hoş ve tevazu uslubuyla kaleme alınmış nasihatler değil mi?


"- Üçüncü olarak, Sayın Başbakan, "Ustalık dönemi" diyerek önemli va'dlerle yeniden iktidardadır. Fakat böyle bir dönem ve va'dler, insanı bocalatır. Bilhassa BEKLEMEDİĞİ ENGELLER karşısına çıkacak olursa, bu bocalama daha da artar. Dolayısıyla, Sayın Başbakan'ın, kendine daha bir güven değil, daha bir tevazu, "Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir." anlayışı içinde, daha içten, daha araştırmacı, daha serinkanlı, daha dikkatli davranması, hareket etmesi ve icraatta bulunmasıdır. İnsan için her zaman önemli olan muhasebe ve murakabe, bilhassa böyle dönemlerde daha bir önemli hale gelir.


İnşallah, sözünü ettiğimiz endişeler birer VEHİMDEN(3 )ibaret kalır."


Yazının aslında olmayıp da önemini vurgulamak veya dikkatinizi çekmek için büyük harflerle yazılanlar nasıl ama?


Belki bir tesadüf, tevafukdur ama, yazının hemen ertesinde "beklemediği engeller"den bir örnek çıkıverince, iyi niyetli bir nasihat yazısı gibi duran sayın Ünal’ın bu yazısı, biraz fazla "şüpheli" olur hale geliyor...


Niye?


İlk olarak sayın Gülen ve "gönül dostlarının" hiç bir zaman böyle bir açıklıkla, nasihat makamında bile, sayın Başbakan'a yönelik bir küçük eleştirisine rastlamak mümkün değilken ve üstelik bu yönde yapılan değerlendirmeleri de reddederlerken, "BEKLENMEDİK ENGELLER"den biri olabilecek bir büyük hadisenin hemen öncesinde KİBİRLİ, DİK KAFALI, BEN MERKEZCİ, NANKÖR anlamına gelebilecek karakteristik özelliklere sahip olduğunu ima eden ve yazanın da "işaretlenmiş" biri olduğu bir makale ile karşılaşmak, cidden şaşırtıcı.


Tarikat müntesiplerinden bahsettik, size şu kadarını söyleyelim, sayın Ünal'ın bu yazısı, onların forumlarında yayınlandığı zaman (sayın HMÖ'nün "gavurege'yi “gavurMİT” yaparak yorumlara engel olunamaması nedeniyle “yazılarımı yayınlamayın o halde” diye ikaz etmesine benzer ve hatta belki ondan da fazla) altına öyle yorumlar yapılacaktır ki, elbette sayın Ünal bu "yorumlardan" masum kalacaktır ama ilgi yerlere karşı bir gövde gösterisi artık APAÇIK yapılacaktır. (4)


Bu yazının kendi zaviyemizden baktığımızda, alanen yazılmış bir ilk yazı olması nedeniyle, MİLAT olarak değerlendirilmesi gerektiğine ve artık bu noktadan hareketle "the Cemaat ve sayın Başbakan ilişkisi"ni kıymetlendirmek ve analiz etmek gerektiğine inanıyoruz.


Bu aynı zamanda bloğumuzda yayınlanmış makalelerimizin bazılarında işlediğimiz "the Cemaat ve AKP ilişkisi"nin, analiz yaptığımız gibi olduğunu da ortaya koymaktadır ki gerekirse bununla alakalı ayrı bir makale kaleme alabiliriz.


Sayın Ünal'ın son cümlesinde geçen "inşaallah vehimdir bunlar" ifadesi, aslında tam da bütün makalesini kendine çevirecek bir vurgu!


Öyle ya, makalesinde vurguladığı hususlarda acaba kendileri ne durumda?


Kimleri "dinlemişler"? (telefon olarak kastetmiyoruz elbette)


Kimlerle oturup kardeşlik duyguları ile bir istişare yapmışlar?


Hangi müslümana bir tek faydalı iş yapmışlar, başını dertten kurtarmışlar?


Müslümanların yaptıkları hangi işi desteklemişler?


Sayın Ünal bu hususda düşünedursun, yardımcı olması için, dramatik etkiyi arttırmak için kullanamdığımıza emin olabilirler, üzerinde 9 ŞEHİDİMİZİN KANI BULUNAN  "OTORİTEDEN İZİN ALMALILAR" cümlesini hatırlatalım ve diğer bir yazarın yazdıklarına yakın plandan bakalım.



Profosyonel Yönlendirici Aytaç



Kendileri on parmağında on marifet olan biri; üstelik polis akademisinde de öğretim üyesi, "terör uzmanı", yazar vs. Kastettiğimiz, sayın Önder Aytaç. Bir çok sitede yazı yayınlatan, hatta ODATV'de de yazı yazmak istediğine dair istekde bulunan, geceleri televizyon kanallarında ve "twiter"da gözüken sayın Aytaç, devamlı olarak bilgisayar başında olduğunu ve devamlı bir şeyler yazdığını düşündürecek kadar "aktif kullanıcı"; çok dikkat çekici bir şekilde hadisenin üzerinden neredeyse 24 saat geçtikten sonra konu edindiğimiz mevzu üzerine bir uzun giriş ve 24 maddeden müteşekkil olarak yazdığı makalesinin ismi, "Hakan Fidan ve Erdoğan'a karşı büyük oyun!"; bir de -galiba- uzun ve aslında "yazıyı okumayın, başlık yeter" anlamına gelecek bir alt başlığı var: "HAKAN FİDAN VE ERDOĞAN HÜKÜMETİNE KARŞI MİLLİ PKK, DERİN PKK VE YERLİ İSRAİLLİLER ARASINDAKİ İSTİHBARAT SAVAŞLARI (MI?)"


http://www.medyafaresi.com/yazi/603/onder-aytac-hakan-fidan-ve-erdogan-a-karsi-buyuk-oyun.html


"İsterseniz ele alacağımız bu konunun daha iyi anlaşılması için, ağdalı ve uzun cümleler kurmak yerine, gayet net bir şekilde ve maddeler halinde düşündüklerimizi ifade edelim", diyerek başladığı yazısında gerçekten de "ağdalı cümle" yok, samimi düşüncemiz, sayın Aytaç'ın da "ağdalı cümleler" kuracak bir kafa yapısı, fikir dünyası olmadığı yönünde, şüphesiz ki bu bir eksiklik değil, şurada kaleme aldığımız makalelerimizi okuyanlar bu yönden bizim de fakir olduğumuzu farketmişlerdir zaten, ama sayın Aytaç'ın "kurgu" üzerinde oldukça profosyonel olduğunu ve meseleyi dilediği mevzuya kaydırabilme gibi bir büyük beceriyi (buna kaleminin gücü de diyebilirsiniz ama değil) haiz olduğunu itiraf etmek gerekir.


İşte bu şekil bir becerisi olan sayın Aytaç'ın bahsettiğimiz yazısını okumanızı, baştan sona ama ve ardından, 24 saatlik sessizlikten sonra yazdığı dört adet yazıyı anlamaya çalışmanızı tavsiye ederiz.


Sayın Aytaç, yazısının hemen başında şunları söyleyerek "yönlendirme" mantığını (kendisinin değil, "genel" olarak) anlatıyor:


"- 2. Bu dinlemelerin hepsi de birer operasyonun parçası. Bir diğer anlatımla, hiç kimse bir diğerini fantezi olsun diye dinleyip, maharet gerektiren aşamalardan sonra internete yaymıyor. Bu nedenle de her bir bilgi ortaya çıktıktan sonra, karşı yerde duranlar daha sonra çıkabilecek olanları tahmin edebildikleri için, adeta bir sonraki hamlede ne olacağını kararlaştırıyorlar diyebiliriz." (5)


Ardından kaleme aldığı cümle de şu:


"- 4. Gelelim MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ses kaydına. Öncelikle bu kayıt bizim için sürpriz değil. Çünkü Ankara kulislerinde, böyle kayıtların varlığı 1 yıldır sıklıkla bu işi bilenlerce konuşuluyordu. Konuşuluyordu çünkü, örgütle ve örgütün yönetici kadroları ile görüşmelerin yapıldığı asla bir sır değildi."


Başka bir kelime yerine tercih ettiğimiz kelime ile yazarsak, sayın Aytaç'ın "yalın bir mantık ve anlatımı" var, direkt olarak yazıyor, sözü dolaştırmıyor, öğrendiğimiz de bu yalın mantıkdan şunlar:


1) Dinlemeler fantezi merakından değil belli bir planın gereği ve kesinlikle yönlendirme maksadlı.


2) Meşhur ses kaydını bir millet hariç, konuya dair yazı yazan neredeyse herkes BİLİYORMUŞ! PKK ile görüşmeler yapıldığı değil, bunların kayda alındığını ve çıkmasının beklendiğini, dikkat ediniz ama!


Üstelik:


"- 5. Fakat bu kaydın zamanlaması oldukça ilginç. Çünkü 12 Haziran seçimleri öncesi bu kayıtların özellikle ortaya çıkartılarak, hükümete büyük bir darbe vurulmak istenildiği bilgisi de hala tazeliğini korumakta. Ancak herhalde ‘malzemeyi’ elinde tutanlar, bunu yaparlarsa MHP’nin ekmeğine yağ sürüleceği için bunu yapmama hesabına doğru yöneldiler." (6)


Ama sayın Aytaç beceri sahibi olduğu hususdaki yeteneğini ard arda gösteriyor ve "yönlendirme"nin neresi olabileceğine dair işaretler veriyor:


“- 8. Fakat burada anormal olan konu, bu görüşmeleri kim kaydetti ve neden –tam da Başbakan’ın Mısır seyahati sırasında- bu verileri servis etti? Bilindiği gibi bu tip görüşmeler MİT ile PKK arasında görüşmeler, MİT- Öcalan, TSK-Öcalan, Emniyet-Öcalan görüşmelerinin dışında, 2009 ortalarından bu yana devam ediyor. Afet Güneş’in ifadelerine göre de, bu görüşmeler hükümetten bağımsız başlamış ve sonradan iktidarın
dahil edildiği bir trafik şeklinde devam etmiş.  (....)


11. Ses dalgalanmaları bir fikir verecek olursa, en net ses Sabri Ok’un ve tercümanın. Eğer bu iki isim bağırarak konuşmuyorlarsa kayıt cihazı da bunlardan birisinin üzerinde ve hatta her ikisinin de üzerinde denilebilir. (7)


12. Sabri Ok’un örgüt içindeki geçmişi ve hakkındaki spekülasyonları düşünürsek, bu durum çok da ihtimal dışı bir durum gibi gelmiyor. Ama kesin olan şu ki, bu konuşmalar yayınlananlarla sınırlı değil. Çok geniş bir görüşmenin sadece belli bir bölümü yayına sunulmuş… (...)


18. Kaydın bir bölümünün yayınlanması ile İsrail’le yaşanan kriz arasında bağ kurmak da çok mantıksız değilsede tek başına ona bağlamak da doğru değil. Çünkü hem Hakan Fidan’ı hem de Başbakan Erdoğan’ı bu yapıların sevmedikleri çok açık ve seçik.

Üstelik, tam da Başbakan Erdoğan’ın dev bir kadroyla; Mısır, Tunus ve Libya seyahatine çıktığı bir zamanda gündemi değiştirmek ve hükümeti köşeye sıkıştırmak isteyenlerin oyunu pekala mümkün.


19. Tabi ses kaydının yayınlanması PKK’nın da işine geliyor. Çünkü hükümetin ve özellikle de Başbakan Erdoğan’ın kararlılığı ile askeriyenin, polisin ve istihbaratın çok uzun bir süredir ilk kez, tek vücut halinde, PKK’ya karşı tam saha pres yapması söz konusu olacak ki, 26 yıldır bu durum neredeyse bir ilk. Öcalan’ın ise örgütle bağı bütünüyle kesik. (...)


21. Son ses kaydının ortaya koyduğu çarpıcı gerçek ise şu: Bazı KURUMLARIN MILLILIĞI SADECE ISMIYLE sınırlı. Aynı bazı ulusalcıların Türklüğünün beyaz Türk denilmesinden başka hiçbir alakasının olmadığı gibi."


Görüldüğü üzere sayın Aytaç bir ufuk turu veya zihin fırtınası yaparak "mes'uller" üzerine eğiliyor. Bu durumda daima gözönünde bulunan ve neredeyse bir çocuğun da basit bir mantıkla bulabileceği ama şu anda popüler olan sonuca ulaşıyor:


Failler:  İsrail oldukça kuvvetli olarak en önde, ama "ismi Milli" olan kurum ile "hakkında spekülasyon çok" olan PKK'li Sabri Ok üzerinden (İsrail bağlantısını, "sevgilisinin" Yahudi olmasını ve en önemlisi "derin devletle" olan "ilişkisini" kastediyor sayın Aytaç) yine MİT'i, ama "ERGENEKON'UN MİT'İ"ni işaretliyor.


Görüldüğü üzere, fail apaçık bir şekilde önümüze çıkmış durumda: ERGENEKON!

Sayın Aytaç'ın bu "fail bulundu!" yazısının son cümlesine de bakmak ve üzerinde "burada ne gibi bir bağlantı var ki yazılmış" diye tefekkür etmek gerekiyor:


"- 24. Son söz de BAŞBAKAN ERDOĞAN’A ‘GURURLANMA PADIŞAHIM SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR’ SÖYLEMINI size de eminim hatırlatan birileri oluyordur. Evet siz, bu ülkenin gördüğü ve Anadolu insanı ile bütünleşmiş en iyi, en inanmış, en candan, en içten, en sevimli, en anadolu kokan bir başbakansınız. Ama siz de, sizin çevrenizdekilerin ‘öteki’ muamelesi yaptığı birileri olmasaydı ve bu insanlar sizin partililerinizden daha fazla canla başla AKP için çalışmamış olsalardı, vallahide billahi de tallahide SIZ DE ’DERINLERE’ KARŞI BELKI DE ’NAL TOPLUYOR’ olur muydunuz? Çünkü durum sadece belediyecilik kültürü ve kendi zenginini oluşturmanın da ötesinde, derin devletin kodlarını yılların birikimi ve çilesini içinde volkan gibi patlasada hazmederek ve çok fiili ve kavli dua  ederek okumak ile alakalı…"


Dikkatinizi çekmiş olması gerek, sayın Ali Ünal'ın iktibas ettiğimiz yazısıyla AYNI ANLAMI taşıyor; sayın Ünal'ın yazısı hadiseden HEMEN ÖNCE, sayın Aytaç'ın yazısı da BİRAZ SONRA... Ve "NASİHAT" yüklü...


Ama yalın bir anlatıma sahip olduğunu, düz cümleler kurduğunu söylediğimiz sayın Aytaç'ın yukarıdaki cümleleri, sayın Ünal'daki gibi "niyet okuma" gerektirmeyecek kadar bariz...


Hiç bir şey ima etmediğimiz, sadece yazılanları ard arda sıralayarak "puzzel" oluşturmaya çalıştığımız da malumdur; "büyüklenme, kibirlenme, nankörleşme" nasihatlerinin ardından " engellerden kurtaranlara vefalı ol" çağrısının akabinde bir "büyük engel" ortaya çıkıveriyorsa, ardından da sayın Aytaç'ın yalın bir şekilde yazdığı yazıda sadece bize değil okuyucunun belki de tamamına "ilgisiz bir cümle" gibi
gelen "24. madde" yazılıp yine "büyüklenme padişahım" deniliyorsa, bu bloğu açma sebebim olan "kendime sistemli bir anlatım" ihtiyacı gereği, bunları ard arda dizmek ve bir "görüntü" yakalamak mesuliyetimdir.


[http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1173 Bu yazıyı da okumanızı dileriz; "VEFA"dan bahsetmekte, hem de tam bugünlerde! Ardından da şunu: http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1023]


Burada şöyle bir husus da akla gelebilir.


Sayın Aytaç'ın "yalın anlatımı"ndan çıkan "yalın anlam" da çok ama çok "açık", futbol tabiriyle "göstere göstere" olmuyor mu?


Buna hayır deme lüksümüz yok, evet çok açık ve göstere göstere...


Ama sayın Aytaç'ın sadece bize öyle gelmediğine emin olduğumuz "şımarık" veya "ego yüklü" görünümü-yazıları ve onun tabiriyle "the Cemaat" ile sayın Erdoğan arasındaki "ilişki" düzeyi üzerine artık sır olmayan imalı veya "yalın" ama çoğunlukla "işaretli yazarların" kaleminden çıkma yazılar, "göstere göstere"yi makul kılıyor. ("the Cemaat" yazımı bile sayın Aytaç'ın "durumu" hakkında yukarıdaki tespitimizi haklı çıkaracak yanlar barındırıyor.)


Bir de sayın Başbakan'ın Ergenekon operasyonlarını yöneten emniyet müdürlerinin yerlerini değiştirmesi, iç işleri bakanını değiştirerek polis üzerinde kontrolü ele almaya çalışması, "the cemaat" tarafından beğenilmediği, eleştirildiği bilinen sayın Beşir Atalay'ı yerinde tutmasını da aklımızın bir köşesinde tutmalıyız, değerlendirmelerimizi yaparken. (8)



Gülen’den Gülerce’ye Fırça



Tam da bu günlerde, "sınır ötesi harekat" konusu üzerinden, İçişleri Bakanı sayın İ. N. Şahin'in, "önce "kara harekatı her an olabilir" diyen ertesi gün ise "zamanı belli değil" diye "açıklama yaptı" denilerek "tenakuzlu" bir kişi görüntüsü verdiğini ima etmeleri ve açıkça "başbakan bakan Şahin'i fırçaladı"spotuyla haberin yayınlanması da puzzel'ın bir parçası olarak düşünülmeli. 


Sayın Ünal'ın ve sayın Aytaç'ın yazdıklarına anlam kazandırmak için, geçtiğimiz sene, kış, gerçekleşen bir hadiseyi de hatırlamak gerekiyor.


http://www.haber5.com/zaman-yazari-aponun-avukatiyla-gorustu-haberi-109350.aw


"Zaman yazarı APO'nun avukatıyla görüştü: Hüseyin Gülerce, Öcalan'ın avukatlarıyla ne konuştu?


Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce Abdullah Öcalan'ın avukatlarının kendisini ziyaret ederek görüştüklerini açıkladı.


Beni Abdullah Öcalan'ın avukatları aradı. Pek çok gazeteciyle görüştüklerini ve benimle de görüşmek istediklerini söylediler.


Ben Yalova'da oturduğumu söyleyince "Biz gelelim " dediler. 2'si Öcalan'la görüşmeye giden 3 avukat geldi. Yalova'da bir alışveriş merkezinde randevu verdim. Herkesin kahvaltı yaptığı yerde bir masada oturduk. Kürt meselesinde benim görüşümü öğrenmek için gelmişler. Çözüm için iki şart gerekiyor.


Kürt meselesindeki muhataplık sorununa dikkat çektim. İmralı'nın, Kandil'in, Avrupa'nın, siyasetin, dış güçlerin farklı konuşmasının kafa karışıklığına neden olduğunu söyledim. Dış güçlerin içerde rant peşinde koşanların çözümü istemediklerine dikkat çektim. En önemli şartın ise samimiyet olduğunu söyledim."


Hatırlanacağı üzere, bu görüşmenin ardından PKK ile sayın Gülen'in "anlaştiklarına" dair yazılar, imalar kaleme alınmıştı; haklılık payları da mevcuttu: Birinci olarak sayın Hüseyin Gülerce sıradan bir kişi değildi, görüştüyse muhakkak olarak sayın Gülen'le bir istişare yapmıştır ki görüşmüştür, diye düşünüldü. İkinci olarak da "bebek katili" vurgusunu en çok kullanan bir grubun, en çok kullanan ve önde gelen yazarı olması... Bu görüşmenin ortaya çıkması ile nelerin yazılabileceği az çok tahmin edilebileceğinden ortada bir "istişare" olduğunu ve buna göre davranıldığını düşünmek de, Tarikatın en sıkı disiplinli bir yapı içinde olduğunu bilenler için, makuldu.


Yalanlama geldiydi ama; açıkçası, yalanlama değil, tevil ve özür geldi.


"- Öcalan'ın avukatlarıyla Yalova'da yaptığımız görüşme, bir haftadır tartışılıyor. Benim açımdan, bir yazarın, kendisinden görüşme talep eden avukatlarla yapılmış bir konuşma iken, gördüm ki, bazı çevreler, konuyu saptırarak, çok başka yerlere çektiler/çekiyorlar.


Bazı gazete ve internet sitelerinde muhterem Fethullah Gülen'le, Öcalan'ın fotoğrafları yan yana konuluyor. İşbirliğinden söz ediliyor. Son olarak dün Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Tansel Çölaşan, Kars'ta; Gülen'e gerçek dışı beyanlarla iftira ediyor "Cumhuriyet rejimini değiştirmek isteyen bölücü ve gerici iki güç, dış destekli iktidardadır..." diyor.


Ancak benim asıl hatam, itiraf ediyorum, avukatlarla görüşmeyi kendisine fatura edilebileceğini düşünüp Hocaefendi'ye önceden sordurtmamam oldu. Buna basiret bağlanması da diyebilirsiniz. Ben kendimi Gülen Hareketi'nin -doğrusu Gönüllüler Hareketi- hiçbir zaman sözcüsü, temsilcisi olarak görmedim. Çünkü değilim. Ben kendimi biliyorum. Bünyedeki arkadaşlarım, Gülen Hareketi'ni biraz tanıyan herkes de bilir ki ben gerçekten sözcü falan değilim. Bunun için de hep Hüseyin Gülerce olarak yazıyor, konuşuyorum.

Ama şimdi daha net görüyorum ki, birileri, benim ben olduğumu kabul etmiyor. Daha zalimcesi, beni bahane ederek, milyonlarca fedakâr, çilekeş muhabbet fedaisinin, isimsiz kahramanın yaptığı hizmetlere, beni vesile ederek vurmak istiyorlar. Muhterem Gülen'den bin defa özür diliyorum. Hakkını helal etmesi için istirhamda bulunuyorum.


Ben zalimlerin, bu kadar da iğrenç olacaklarını düşünemedim."


Ve yine hatırlayalım, o günlerde A. Öcalan'ın, sayın Gülen'i dair hafifde olsa "takdirkar" sözleri yayınlanmaya başlamıştı, "özür" gelince de tam tersi ve PKK'nın sayın Gülen'in "gönüllülerinin" sahibi bulunduğu "özel eğitim kurumları"na dair "niteliksel" açıklamalar yapıldı.


http://forum.memurlar.net/konu/1126874/


Sayın Aytaç'la aynı meslekden olan ve bir dönemler birlikte imza attıkları makalelerin yayınlandığı "köşe"si bulunan sayın Emre Uslu'nun, "şok iddia"larıyla bol bol lanse edildiği malumdur, işte bu "iddiacı" yazarımızın ses kaydının ortaya çıkmasından önce devamlı vurguladığı husus da buydu.


MİT ve PKK görüşmeleri üzerine birdenbire ortaya çıkan gerçek ve dedikodu dolu iddialardan birisini de buraya almak gerekiyor şu anda:


"- Habertürk Genel Yayın yönetmeni Fatih Altaylı'ya konuşan Şerafettin Elçi, MİT-PKK görüşmesine hiç şaşırmadığını "daha çok görüşme var" sözleriyle dile getirdi.

ERDOĞAN MÜTHİŞ LİDER

Elçi, Atatürk'ten sonra gelmiş en iyi ikinci lider olarak gördüğü Erdoğan'ın bu sorunu çözeceği inancında. Elçi, İmralı-Kandil hattıyla yürütülen görüşmelerin ardından hazırlanan metin protokol haline getirildiğini söyledi. Altaylı o protokolü sordu,
Elçi de işte böyle anlattı:

PROTOKOLÜN HİKAYESİ

"Devlet biliyor. Bir protokol oluşturuldu. Bu protokol İmralı'ya götürüldü. Öcalan protokolü inceledi. Sonra da 'Kandil de bir görsün. Onlar da onaylasınlar' dedi. Protokol Kandil'e de gönderildi. Onlar da mutabık olduklarım bildirdiler. Zaten Sabri Ok, PKK'yı temsilen bulunuyordu toplantılarda."

"SONRA NE OLDU O PROTOKOL"

"Bir metne dönüştürüldü. Kürt tarafı bunun Türkiye Cumhuriyeti tarafından da imzalanmasını istiyordu. Ben onlara o zaman söyledim. 'Türkiye Cumhuriyeti Devleti böyle bir metnin altına imza atmaz. Oradaki şartlara zaman içinde uyar, bunları yapar belki ama asla imzalamaz' diye. Onlar 'Türkiye Cumhuriyeti de bunu imzalasın' diye direttiler. Böyle bir beklentiye girdiler."

TÜRKİYE PROTOKOLÜ İMZALAMADI'
"Konu Başbakan'a gitti. Başbakan böyle bir protokolün imzalanmasının mümkün olmadığını söyledi ve imzalanmadı."

NE ZAMAN OLDU BU?

"Seçimlerden kısa bir süre önceydi. Belki birkaç gün. Ben imzalanmayacağım biliyordum. Bir devlet böyle bir metni imzalamazdı. Başbakan haklı olarak o günlerde kavgasız, gürültüsüz, şiddetsiz bir seçim ortamı istiyordu. Bu yüzden de görüşmeler iyi gidiyordu. Bence imza da önemli değildi."

PROTOKOLÜN İMZALANMAMIŞ OLMASI SORUNUN ÇÖZÜMSÜZLÜK AŞAMASINA GİRDİĞİNİ Mİ GÖSTERİYOR?

"Bence değil. Tayyip Erdoğan çok iyi bir politikacı ve müthiş bir lider. Bakın açık söylüyorum. Cumhuriyet tarihinde Atatürk'ten sonra gelmiş en önemli lider. 2. büyük lider. Bu sorunu isterse o çözer ve çözecek güce sahip."


Görüldüğü üzere, geçen genel seçimlerin hemen öncesine kadar devam eden bir "görüşme trafiği" ve üzerinde anlaşılarak hazırlanmış bir "protokol metni" olduğu, PKK'nin bunu imzaladığı, muhataplarının da imzalamasını istediği ama sayın Başbakan Erdoğan'ın imzalamadığı, anlaşılıyor; bu iddialar sadece sayın Elçi'nin iddiası değil elbette, böyle bir gelişmenin olduğu son günlerde yapılan yayınların ortak anlatımı...



Hiçbiri Bilmiyor


Tekrar sayın Aytaç'ın yazdığı yazıya dönerek oradan bir iktibas yaparsak, görüşmelerin başlama tarihine dair bir tarih de elimize geçebilir:


"- Bilindiği gibi bu tip görüşmeler MİT ile PKK arasında görüşmeler, MİT- Öcalan, TSK-Öcalan, Emniyet-Öcalan görüşmelerinin dışında, 2009 ortalarından bu yana devam ediyor. Afet Güneş’in ifadelerine göre de, bu görüşmeler hükümetten bağımsız başlamış ve sonradan iktidarın dahil edildiği bir trafik şeklinde devam etmiş."


2009 ortaları...


Ama sayın Aytaç'ın bahsettiği, "Afet Güneş’in ifadelerine göre de, bu görüşmeler hükümetten bağımsız başlamış" cümlesi, 2009'da mı bağımsız başlamış yoksa daha öncesinde mi sorusuna bir açıklık vermiyor, sayın Aytaç'ın da sayın Afet Güneş'in ses kaydındaki sözlerine dayanması, başlama tarihin onun da bilmediğini veya bilmesine rağmen bahsetmetmekden kaçındığına tevil edilebilir.

Veya, sayın Aytaç'ın daha çok polis destekli bilgileri aktarıyor olması, polisin ise her ne kadar bazı konularda "mahir" olsa da birtakım yerlere "sızamadığına", "delillendiremediğine", daha çok "dedikodularla" yetindiğine yorulabilir; bilselerdi, inanıyoruz ki, bu durumu çok daha önceden açıklayabilirlerdi, çünkü buradan takdir etmemek imkansız çok iyi bir "Ergenekon-PKK ilişkisi" çıkarılabilirdi, ki dedikodulardan bile buna dair neler yazdırıldığını biliyoruz.


Bakınız bu durumu bir asker çocuğunun idaresindeki "Açık İstihbarat" sitesinde sayın Behiç Gürcihan imzalı olarak yayaınlanan bir yazıda neler deniliyor:

"- Yıllardır ballı börek beslenen ve dünyada eşi görülmemiş bir şekilde  hücresinden örgütünü yönetmesine ve hatta politika yapmasına  izin verilen Öcalan'la ilgili devlet içinde ki çatallaşmalar, devletin içinden beslenenlere de yansıyor hali ile.

Kalemler yelken, yönünü rüzgar belirliyor.

Peki bu rüzgar değişimini nasıl analiz edeceğiz?

Bu rüzgar değişimi ile ilgili analizin MİT'teki görev değişikliğinden bağımsız okunmasının zor olduğu kanaatindeyim.

Nedenini açıklamaya çalışayım...

Atilla Uğur ; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yetiştirdiği değerli subaylardan biri.

Fakat yakınen tanıdığım bir çok subay gibi, güvene dayalı yetiştirilme tarzlarından kaynaklanan çok temel bir kör noktaya sahip.

Güveniyor ve bu güvenininin suistimal edildiği konusunda geç uyanıyor.

Uyandığı noktada ise atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmiş oluyor.

"Güvensizlik" , "aldatma" ve "sorgulama" üzerine kurulu meslekleri ile istihbaratçılar bu yüzden "güven" ve "itaat" üzerine kurulu meslekleri ile subayları çoğu zaman geride bırakıyor.

Bu yüzden, 1.5 sene önce tanıdığı makamlardan umut verici haberler bekleyen Atilla Uğur; bu haberler gelmedikçe bildiklerini mektuplara dökmeye başlıyor; devlet adamı sorumluluğunu kaybetmeden.

Atilla Uğur'la ilgili medyada dolaşan bilgilerin bir çoğu yanlış.

Ne Suriye'de askeri ataşelik yapmışlığı var, ne de Öcalan'ı getiren ekipte yeralmış biri.

Uğur'un tarihte üstlendiği en önemli rol; Öcalan'ın İmralı'ya getirilmesi sonrasında onu sorgulayan ilk isimlerden biri olması. MİT'ten ve Emniyet'ten üst düzey bir yetkili ile birlikte.

MİT'i temsil eden isim üst düzey yetkili bir bayan . Herkesin "Abla" diye hitap ettiği, MİT'in kıdemli bürokratlarından "A. Abla".

O süreçte yaşananlar klasik.

Önce Uğur'un şahsında asker kontrolü elinde bulunduruyor, sonra asker, Mit ve Emniyet arasında Öcalan'ın sorgulanması konusunda pürüzler yaşanıyor ve daha sonra Mit ve Emniyet adadan uzaklaştırılarak, kontrol tamamen askere geçiyor.

Öcalan'ın sorgulanması sürecinde Asker, MİT, Emniyet çekişmesinin ayrıntıları elbet bir gün yazılır ; şimdilik yazılabilecekler bu kadar."

Görüldüğü üzere, "sayın Öcalan"ın yakalanmasından itibaren kısa bir dönem hariç, anlaşıldığı kadariyla devamlı olarak askerin kontrolünde kalmış, ta ki 2009'un ortalarına kadar...

Dikkat ederseniz, bu anlarda da MİT Müsteşarı sayın Emre Taner'in vazife süresinin dolduğu ve yerine birisinin geçeceğine dair şaiyalar da çıkmaya başlamıştı. Görüşmelere katılanlara baktığımızda "istihbaratdan sorumlu müşteşar yardımcısı" ünvanı olduğu söylenen sayın Afet Güneş bulunuyor; ve ismi "ilk kadın müşteşar adayı" olarak ortaya atılıyor.


Peki, bu iddiayo ortaya ilk kimin attığını biliyor muyuz?


Kesinlikle!


Sayın Aslı Aydıntaçbaş!


Bu kim?


Gazeteci!


Ama sıradan bir gazeteci olmadığına dair dedikodular mevcut; öncelikle amerikada gazete temsilciliği yapmış olması, dedikoduyu, kesinliğe doğru götürebilir. Sayın Yalçın Küçük'ün, sayın Aydıntaçbaş ile alakalı "amerikan temsilciliği" hakkındaki iddiaları bir yana, daha öncesinde Ergenekon soruşturmalarına "ilgisiz" kaldığı, "büyütülmemesi gerektiği" hususunda "telefon tapeleri" OdaTV İddianamesi ile ortaya çıkan sayın Soner  Yalçın'ın, yine aynı iddianameden öğrendiğimiz kadarıyla, sayın Aydıntaşbaş'la birlikte ve ama "yönlendirici teklifleri" ile Ergenenkon sanıklarını "kurtarma" gayreti içerisine girmesi, (9) onunla çok yakın bir temas içinde bulunması da kıyıda köşede unutulmuş bir ayrıntı olmakdan kurtarılması ve MİT-PKK görüşmelerine ve elbette ses kaydının sızdırılmasına dair değerlendirmelere yardımcı olmak üzere buraya  yerleştirilmesi gerekirdi.


Özetleyelim.


Asker, "sayın Öcalan"ı sorguluyor.


Asker sorgularken "sayın Öcalan"ı, MİT ve Emniyeti uzak tutuyor.


Askerin kontrolünde neler konuştuklarına veya nasıl konuştuklarına dair bir "ipucu"nu aşağıda vereceğiz ama anlaşıldığı kadarıyla 2009'un sonları itibariyle DEVLET KARAR VERİYOR denilen bir hadise gerçekleşiyor ve hem "sayın Öcalan" ile hem de dışarıda bulunan PKK sorumluları ile görüşmeler başlatılıyor. 


Mısır seyahatinden dönerken uçakta verdiği demeçte sayın Başbakan Erdoğan bir noktaya abanarak şunları söylüyor:

"- Siyasete malzeme yapılmasına sıcak bakmıyoruz. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin açıklamaları nedeniyle telaş içinde değilim. Emre Bey’i de, Hakan Bey’i de GÖNÜL RAHATLIĞI IÇERISINDE İmralı’ya gönderdik. Bunlar hükümet tanımı ile devlet tanımını ayırt edemiyorlar. Biz ne dedik. ’Hükümet olarak İmralı ile görüşmeyiz. Ama devlet üzerine düşeni yapar’. Şimdi ben bunlarla terörle mücadelede nasıl işbirliği yapayım, siz söyleyin.


Bu sızma olayı süreci etkiler mi?- Hayır, etkilemez. Devlet üzerine düşeni yapmaya devam eder. Süreç etkilenmez. İstedikleri kadar tehdit mekanizmaları oluştursunlar.

Devlet karar verdiğini uygular. Bölücü terör örgütü ve siyasi uzantıları geçmişte olduğu gibi bizden iyi niyet ve anlayış beklemesinler."


Sayın Başbakan Devlet ve hükümet FARKLILIĞINA dikkat çekerek, kendileri döneminde cereyan edenlerin aslında DEVLET KARARI olduğunu vurguluyor fazlaca açmadan; malumdur ki, DEVLET DE BILDIĞINIZ ÜZERE, MILLI GÜVENLIK KURULU'dur; işte burası da "trajik"tir, Devlet diye tabir edilen MGK'nın ŞEÇİLMİŞ HÜKÜMETE DİREKTİFLER VERDİĞİNİ bir kere daha teyid ediyoruz.


Konuşmak İçin Konuşan “Meraklı Melehat”ler


MGK'nın, "sayın Öcalan"ın asılmaması, ölmemesi şartıyla Kenya'dan ABD eliyle getirilmesiyle başlayan süreçte yukarıda sayın Gürcihan'ın anlatımlarından da öğrendiğimiz kadarıyla bir "kararı" var, o nedir, buna dair bir malumatımız yok ama,"nasıl bir stil" içinde olduğuna dair çok çarpıcı bir kısımı yine sayın Gürcihan'ın yazısından öğreniyoruz:


"- Önce Atilla Uğur'un o dönemde yaşadıklarına dair bugüne kadar paylaşılmayan bir anektodunu  mealen sizlerle paylaşayım :


"Biz ilk başlarda Öcalan'ı toprak zeminli tek yataklı derme çatma bir odada tutuyorduk. Doğru düzgün bir koğuş inşaatı tamamlanmamıştı.

Öcalan o dönem her gün ona bir şey yapacağımız korkusu ile yaşıyordu. Hiç bir şey yapmasak da, bu korkuyu duyması önemliydi. İt gibi korkuyordu.

Fakat bir gün Öcalan'ı ziyarete bir general geldi. Bu general sanki çok önemli bir kişiyi ziyaret ediyormuşcasına heyecanlıydı. Görüşme için bir odaya geçtik.

General masaya oturunca söze "Sayın Öcalan" diye başladı.

İşte o an Öcalan bir bana, bir generale baktı. O güne kadar psikolojik olarak baskı altında tuttuğumuz Öcalan o an bir şeylerin değiştiğini anladı. Gözlerine farklı bir güven geldi (10) ve bizim o güne kadar yarattığımız psikolojik ortam o görüşme sonrasında dağıldı"

Görüldüğü üzere; İmralı'da Öcalan'a yapılacak muamele ve Öcalan'ın nasıl kullanılacağı konusunda bir kırılma noktası yaşanıyor ve bu kırılma noktası Öcalan'a "Sayın" diye hitap eden Tayyip Erdoğan'dan da öncesine denk geliyor.

Öcalan'ın  bu ilk "Sayın"'dan sonra kendine güveni geliyor."

Anlaşıldığı kadarıyla, askerin tamamen kontrolünde tutulan "sayın Öcalan"a karşı "ilk başlarda" psikolojik baskı ve hatta rahatça buna psikolojik işkence de diyebiliriz, uygulanmış, direnci kırılmaya, eziklik duygusuna, bir devirler Gayrettepe polis merkezinde yazan "Burada Allah yok, peygamber de tatilde!" ihtarı gibi hayatının ve hareketlerinin bile kendilerinin elinde olduğu hissi tattırılmış. "El bebek gül bebek besleniyor" denilen "sayın Öcalan"ın İmralıdaki "ilk günleri" böyleymiş ve bunu yapan da, Ergenekon İddianamelerinden hatırladığımız kadarıyla siyasete yön vermeye çalışmış, özellikle Ankarada AKP belediyeleri arasında "kaset trafiği" ile ilgilenmiş emekli Albay Atilla Uğur!


Ama dikkat ediniz, ne yapılacağına, nasıl bir fayda çıkartılabileceğine dair hiçbir malumat yok; zannederrsek o dönemde sorgularda, "kaset trafikleri" ile ilgilenecek kadar düşük bir "meraklı melahat" konumunda olan askeri yetkililer, tıpkı "Babalar Operasyonu"nda olduğu gibi, PKK ve "sayın Öcalan"ın ilişkide bulunduklarının isim listesini, "narkotik meseleleri", elbette kaçınılmaz bir biçimde Yunanlı milletvekilleri ve yetkililerin isimlerini öğrenmekle uğraşmış, "portföylerini" geliştirmişlerdir sadece.


Yine anlayabildiğimiz kadariyla bu duruma bir son vermek maksadiyla veya artık "dedikodu portföyü" yeterince gelişip artık iş tekrarlara geldiğinden, DEVLET OLAN MGK’DA OTURUP KI BU DA AKP'NIN IKINCI SEÇIMINDEN SONRA VEYA HEMEN BIRAZ ÖNCE OLMASI MAKÜLDÜR, çünkü, o seçimlere kadar ha gitti ha gidecek gözüyle bakılıyordu AKP'ye, gitmeyince de  "başka bir stil" deneme çalışmasına giriştiler.


Bu noktada, sayın Gürcihan'ın bahsettiği, "Onunla (Atilla Uğur) birlikte Öcalan'ı sorgulayan A. Abla yükselirken, o kendini Silivri'de bulunuyor." diyerek vurguladığı MİT'in "devreye" girmesi ve askeriyenin GERİYE ÇEKİLMESİ sözkonusu olmalı.


Konu hakkında şimdi ortaya çıkan bilgilerle "2006-2007'de "ilk görüşmeler başladı" vurgulamalarının SİYASİ ARKA PLANI diyerek kabaca geçebileceğimiz ama aslında altında KOSKOCA BİR HESAPLAŞMA BAŞLANGICI olduğu bir hakikatdir.


Hemen bağlantımıza dönelim ve işte bu dönemde, "MİT'te yıldızı yükselen Ayfer abla"nın bu dönemde artık "dedikodu portföyünden yorulmuş Devlet olan MGK kararı" ile sayın Öcalan ve diğer "PKK'li sayın yetkililer" ile görüşmelere başladığını  "kronolojinin ve reel hayatın" önümüze getirdiği bir çıkarsamamız olduğunu hatılatalım ve "amerikada gazete temsilciliği" yapmış sayın Aydıntaçbaş'ın da işte bu "Ayfer Abla"nın sayın Taner'den sonra başa geçmesi için iyi bir basın çalışmasında bulunduğunu tekrarlayalım. 


Fakat sızdırılan ses kaydından da anlaşıldığı kadarıyla, daha önce yapılan dört görüşmede gözle görülür bir netice elde edilemediğini, sayın Ayfer Abla (Güneş)'in, karşısındaki PKK temsilcilerinin bu yöndeki sözlerine, "tamam hemen müzakareye başlayalım Yol Haritasından" diyerek aslında "dedikodu portföyün"nden sonra ne yapılması gerektiğine dair hiçbir fikri olmadığını ama ellerinde bulunduğu için (öldürülmesi de ABD tarafından yasaklanmış) sayın Öcalan'la "konuşmak mecburiyeti" de olduğundan SADECE KONUŞMAKLA yetinilmiştir.


Devletin ve Devlet olan MGK'nın içler acısı hali!


Zaman zaman "sayın Öcalan"ın avukatları ile yaptıkları görüşmelerde bahsettiği ve "tehdit olarak" düşünülen "senelerdir beni oyalalıyorlar, benimle oynuyorlar, oynatmam, ben yokum artık" demesinin sebebi, gerçekte bir oyalama olduğu apaçık olsa da bunun KASITLI olmadığı, Devlet olan MGK'nın hiçbir PLANI OLMADIĞINDAN bu şekilde davrandığıdır, diye düşünmek gerekiyor.


Sayın Ayfer Abla (Güneş)'in, kendisinden zaman vermesini isteyen "sayın Mustafa Karasu'ya, "bu işler 1 ayla, 5 ayla 6 ayla 1 seneyle olacak işler değil" demesi, 1998'den beri Devlet ve Devlet olan MGK'nın elinde bulunan sayın Öcalan"la onca geçmiş seneye rağmen, 2010 ilkbaharında bunu söylediği düşünülürse, düşüncemiz bir DOĞRU olarak ortaya çıkar.


Tam bu sırada da, "gönül rahatlığıyla" vurgusuyla, sayın Başbakan, bu sıradanlığı ve acizliği bozmak maksadıyla diye düşünmek gerekiyor, sayın Hakan Fidan'ı, o an Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan ve gelecekte MİT Müsteşarı olması planlanan kişiyi, hem İmralı'ya ve hem de büyük ihtimal oradaki görüşmeden sonra sayın Fidan'ın isteğiyle hazırlanan bir toplantıyla dışarıdaki PKK temsilcileri ile ilk toplantısını gerçekleştiriyor. Ve bu da sızdırılan toplantı oluyor!


Sayın Ş. Elçi'nin beyan ettiği üzere, sayın Fidan'ın dahil olmasından sonra gelişmeler kaydediliyor ve ortaya PROTOKOL METNİ çıkıyor. Asgari seviyede üzerinde anlaşılmış bulunan "kararlar", demek çok daha doğru olacaktır buna. (Bu "protokol metni" de sızdırılırsa, ne gibi kararlar alındığını anlarız. BDP'nin "özerklik", fakat AKP'lilerin bu kelime üzerine fazlaca alıngan olmadan "yerel yönetimlerin genişletilmesi" olarak baktığı durumun bu "kararlardan" biri olma ihtimali kuvvetli; çünkü o dönemde üzerinde fazlaca bir gürültü koparılmamış ve "es" geçilmişti.  Sayın Öcalan'ın  "ev hapsi" meselesi de ve sayın Leyla Zana'nın, seçimlerden önce, gecen senenin başlarnda, ""sayın Öcalan iki sene sonraq aramızda"
açıklamasında bulunmasının temeli de bu "protokol metni" olabilir.)


Bir özet daha yapmak gerekirse...

Devlet ve Devlet olan MGK'nın acziyet ifadesi teşebbüslerine, buraya kadar hem asker hem de sayın Ayfer Abla (Güneş)in şahsında MİT buna dahildir, sayın Başbakan 2010 başlarında -hangi sebep vardır bunun arka planında bilmiyoruz, sadece görünen üzerinden çıkarsama yapıyoruz- sayın Fidan'ı görevlendirerek ama bahsettiği gibi "DEVLET KARARI ALTINDA" olaya müdahil oluyor ve 10 senedir yapılamayan gelişmeyi kaydediyor, "kararlar" safhasına kadar ilerleme sağlıyor; "taraflardan" biri olan PKK, artık içlerinde neler vardı açıklama olmadığından bilmiyoruz ama "Norveç Planı" denilen ara ara gündeme getirilen konunun bu işin içinde bir parça dahi olsa varolduğunu söyleyebiliriz, bunları onaylıyor, anlaşıyor, karşı  "taraf"ında imzalamasını istiyor fakat sayın Başbakan tabi olarak bunu yapmıyor.  


Sonrası ise malum. Karakol basmalar, konyovlara saldırılar, şehir içlerinde baskın teşebbüsleri vs.


Malum olan bunlar olmakla birlikte, PKK'nin, 10 sene hiçbirşey yapmadan, şiddeti bu derece arttırmadan otutup durmasına rağmen niye, hangi sebeble bir sene içinde "protokol kararları" ortaya çıkmasına, ama bir tarafın gayet normal olarak imzalamakdan çekinmesine rağmen bu biçimde bir gelişme gerçekleştirmesine yoğun bir şiddet ile cevaplandırmasının arkasındaki nedeni bilmiyoruz.


"Sayın Öcalan"ın, kronolojik ve siyasi gelişmelerle takip etmeye çalıştığımız görüşme trafiğinde yılların sorumluluğunu sadece sayın Erdoğan'ın üzerine atması, "Erdoğan oyalıyor, onun isteği savaş" demesindeki sebebleri bilmiyoruz; acaba neler oldu, nasıl bir gelişme oldu ki, bir seneyi biraz geçen bir zaman içinde  "protokol metni"ni ortaya çıkaranlara karşı böyle bir ifade ve tavır içine girme kararı aldı?


Sayın Başbakan Erdoğan da nasıl bir gelişme gördü ki, "askeri harekat yok" diye meydanlarda bile açık işaretler verir halden, "döktükleri kanda boğulacaklar" noktasına geldi?


Ne oldu?


Bilmiyoruz.


Sızdırılan ve öğrenmemiz istenilen ve şüphesiz "yönlendirme" amaçlı bilgilerde bunu bulamıyoruz, ama bunlarla birlikte bizim "taraf seçmemiz"in istendiği de açık.


İşte bu noktada yukarıdan beri sırladığımız hadiselere bir çeki düzen vermek, olayı anlayabilmemiz yönünde yardımcı olabilir mi, deneyelim.



Gülen’in Tavrı ve Gülerce’den İmalı Tavır


Atilla Uğur'un uc noktada bulunduğu askeriyye ve sayın Ayfer Abla (Güneş)in uc noktada bulunduğu MİT, olaylara sadece ilgi alanları içerisinde bakmış ve "istihbarat" veya "dedikodu malzemeleri" toplamakla yetinmiş, psikolojik baskı uygulamış, hayatda bulunmasının ve kendisinin bir iki şey hakkında cevap vermesinin Devletin büyük sefkati olarak algılaması gerektiğini hissettirmiş, yani hiç bir şey yapmamış; ama 2007 seçimlerinin ve Ergenekon operasyonlarının başlamasıyla birlikte durum değişmeye başlamış, AKP kontrolü eline almaya başlamış, "sayın Öcalan" da bunu görmüş, görüşmeler başlatıldığına göre, buna "sivil türklerin desteği de lazım" diyerek (hatırlayınız, Hizbullahın bile "katkısı" için çaba gösterilmesinden bahsediyordu) sayın Fetulah Gülen'in de "katkı sunmasını" dilemiş, avukatları sayın Hüseyin Gülerce ile görüşmüş, hatta sayın Gülerce, "kardeşlik gösterisi" olarak "Çanakkale Zaferi"nin yıldönümünde BDP'lilerinde bulunmasının bu "kardeşlik gösterisini" çok iyi çizeğine dair akıl vermiş, ama bu avukatlarla yapılan görüşme ortaya çıktığı zaman, sayın Gülen'den çok şiddetli bir uyarı almış olması lazım ki, "muhterem Gülen hocaefendiden özür diliyorum" açıklamasını yapmak zorunda kalmıştı.


Burada hemen, sayın Gülerce'nin, bu "özür dileme" meselesinden sonra "the Cemaat" yönünde yayın yapan yerlerde muhibler tarafından çok fena bir şekilde eleştirildiğini işaretlemek gerekir; sayın Gülerce'nin bu anda "zaten o YMM'ci" denilerek damgalanması da çok ilginçtir. Dikkat ediniz ses kaydının ortaya çıkmasından sonra sayın Gülerce'nin aradan nerdeyse bir hafta geçmiş olmasına rağmen ne aleyhte ne leyhte bir değerlendirme yazısının çıkmaması da ilginçtir. Niye yazmadı; veya doğru soru, NİYE  YAZDIRILMADI?


Çünkü, Zaman gazetesine bakılırsa, böyle bir sızdırma hadisesi olmamış gibi bir görüntü var, görmediler haberi, yazarlarından dahi buna dair kayda değer hiçbir şey yazan olmadı.


Sayın Gülerce gibi (kadim arkadaştırlar) bir YMM'ci olan TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in, konu ile alakalı olarak,'Türkiye Cumhuriyeti ve Devleti kurumları ne yapılması gerekiyorsa onu yapıyor. Konuya öyle bakmak lazım. Bu belayla ilgili olarak belaya muhatap olan başka ülkeler, İngiltere, İspanya ne yapıyorsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurumları da onu yapıyor. Ben meseleye böyle baktım'' açıklamasında bulunması önemlidir; önemlidir, çünkü, "the Cemaat" tarafından "işaretlenmiş" yazarların "HEDEF LİSTESİ"nde, son iki senedir başta olan birisidir.


Sayın Gülerce'nin, "özür diliyorum" diye kaleme aldığı yazıya bir kere daha eğilmek gerekiyor:


"- Akan kan dursun, şiddet-terör sona ersin, annelerin feryadı bitsin, "herkesle konuşuyorsun, seninle görüşmek isteyen herkesle konuşuyorsun, avukatları, ne deyip geri çevireceksin? 800 bin tirajlı bir gazetenin yazarısın, sana düşen bir sorumluluk da olmalı, bu insanları da bir dinle" diye vicdanıma kulak vermiştim. Yüz kişinin kahvaltı ettiği bir alışveriş merkezinde üç kişiyle konuştum.

Meğer hata etmişim; iyi niyetin, HASTALIKLI RUHLAR için bir şey ifade etmediğini unutmuşum. İnsanî yaklaşımların, birilerinin kitabında yeri olmadığını unutmuşum. (11)

Meğer hata etmişim; birilerinin terör bitmesin diye, rant kapıları kapanmasın diye nasıl çırpındıklarını unutmuşum. Kürt sorunu çözülürse, Türkiye bölgenin parlayan yıldızı olur, bu içeride de, dışarıda da bazı odakları rahatsız eder gerçeğini unutmuş, gaflete gelip boş bulunmuşum...

Tekrar özür diliyorum. Bütün hizmet arkadaşlarımdan, Kürt meselesinin barış yoluyla, demokrasi içinde, Parlamento zemininde çözülmesini isteyen herkesten özür diliyorum.

Ben şehit annelerinin, "bizim yüreğimiz yandı, başka anaların yüreği yanmasın. Bu ateş sönsün, akan kanı durdurun" feryatlarından cesaret almıştım. Ben, "asıl fetih, gönüllerin fethidir, sevgiyle, diyalogla her kapı açılabilir, sevginin yenemeyeceği kuvvet yoktur" hakikatinden yola çıkmıştım.

Hata ettim, acele ettim, istişare etmedim. Özür diliyorum."


Kanımızca, sayın Gülerce'nin yukarıda "menfi sıfatlarla" andıkları, görünen yüzüyle, avukatlar yaptıkları görüşmeyi basit politik emellerle kötüleyenler değil; özellikle son cümlesinin, "Ben, "asıl fetih, gönüllerin fethidir, sevgiyle, diyalogla her kapı açılabilir, sevginin yenemeyeceği kuvvet yoktur" hakikatinden yola çıkmıştım" ifadesinin sayın Gülen'in ifadesi-yöntemi olduğu düşünülürse, Hahambaşları, Papalar, Rahiplerle bile görüşen birisinin "evgiyle, diyalogla her kapı açılabilir" ilkesiyle hareket eden sayın Gülerce'ye bu derece şiddetli karşı koymasına karşı da bir İMALI KARŞI KOYUŞ olduğunu da düşünmek gerekiyor.




Gülen’cilere Göre “AK Pragmatist”



Sayın Gülen'in dediklerini "akademisyen" kalıplarla ortaya koymakda mahir olan Zaman gazetesi yazarı sayın İhsan Dağı'nın (12), sayın Gülerce'nin hadisesinden biraz sonra [sayın Gülerce'nin avukatlar görüşmesi, sayın Hakan Fidan'ın kontrolü eline aldığı dönemdir görüşmelerde, buna dikkat ediniz ve sayın Dağı da tam da "anlaşmazlıkların" başlamasından hemen önce kaleme almıştır bu yazıyı] yazdığı Zaman gazetesindeki makalesinde, sayın Başbakan'ın önemle vurguladığı "devlet-hükümet" FARKLILIĞINA dair yazdıkları içaçıcı olacaktır konumuz nedeniyle:


http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1169483


"- Geçen hafta soruyu 'yekten' sordu Mümtaz'er Türköne: Öcalan'ı ne yapmalı? Ardından da seçenekleri sıraladı; "ya asmalı, ya önünü açmalı"... Bu, çok cesurca bir 'gelinen nokta' özeti. Birinci seçenek zaten masada değil, tartışılan ikincisi. Peki, bu mümkün mü?

Aslına bakarsanız 'devlet aklı' bir süredir Öcalan'ın 'önünün açılmasını' zımnen kabul etmiş durumda. Türk toplumunun önemli bir kısmı için 'şoke edici' görülen bu kabulün nedeni son derece basit. Silvan saldırısının ardından 22 Temmuz'da yazdım: "Kürt sorununu siyaseten çözmek yerine Öcalan'la anlaşmayı deneyenler, önce Öcalan'ı destekleyip yeniden örgüte hâkim hale getirmek zorundalar. Yoksa Öcalan'la anlaşmanın bir anlamı yok."


Herhalde Öcalan dâhil, İmralı'da görüşme masasındaki herkes bunu biliyor. O yüzden de Öcalan'ın ısrarla üzerinde durduğu husus, 'örgütle temasını sağlayacak imkânların sağlanması', ki bu da bir tür 'ev hapsi'yle başlayan 'süreç' demek.


Öcalan 'muhatap' alınıp görüşülüyorsa bu talep mantıksız değil. Eğer devlet onunla konuşuyorsa, muhatabı o ise örgütü tam kontrolü altına almayan bir Öcalan'ın devlete faydası ve katkısı ne olacak? PKK'nın silahsızlandırılması için başka bir 'yöntem ve patronaj' var mı, kullanabilecekleri?

'Öcalan üzerinden PKK'yı yönetme'nin bir uzantısı olan bu yöntemi kamuoyuna açıklamak çok zor olsa da 'devlet pratiği ve hafızası' için şaşılacak bir şey değildir. Böyle bir 'ilişki'nin çok eskilere dayandığına ilişkin birçok bilgi mevcut. Devletin 1999'dan beri Öcalan üzerinden örgütü yönetmeye çalıştığı sır değil. Geçmişte bu ilişki 'derin devlet'in tercihleri doğrultusunda ilerliyordu. Şimdilerde bu ilişkiyi 'çözüm' için, PKK'yı silahsızlandırmak için kullanmak isteyen bir devlet var.
Yani yeni 'devlet aklı' bu eski formatın içine kendi formülünü enjekte etmeyi deniyor. Asıl mesele, o muhatabınızın örgüte hâkim olup olmadığı meselesidir. Anlaşılan o ki PKK, tepesinde Öcalan'ın olduğu hiyerarşik bir örgüt olmaktan çıkmış, bir 'savaş beyleri' (war-lords) örgütü haline gelmiş. Sorun, Öcalan'la konuşarak şiddeti bitirmek isteyen devletin böyle bir durumda ne yapacağıdır.

Devlet hâlâ 'işi Öcalan'la bitirmek' niyetindeyse, sevgili Mümtaz'er'in dile getirdiği 'önünü açmak'tan fazlasını yapacaktır.Türk halkı ve AK Parti hükümeti buna hazır mı? AK Parti'nin buna 'evet' demesi ve kamuoyuna satabilmesi 'siyaseten' pek mümkün değil. Bir yandan yeni ekonomik kriz söylentileri, öte yandan Suriye'de kaynayan kazan ve de ufuktaki cumhurbaşkanlığı seçimi varken Öcalan'la görüşmelerden çıkacak 'ön açıcı' bir sonucu hükümetin onaylaması zor. Dahası, Başbakan Erdoğan'ın sert mesajları ve 'Kürt sorunu' bitmiştir mealindeki açıklamaları da devam ediyor.

Hükümet çevreleri sadece Kürt sorununu değil PKK terörünü de hâlâ 'yönetilebilir' buluyorlar. 'Cin'i şişeden çıkarmaktansa mevcut durumu sürdürmeyi tercih edebilirler. Gelinen bu noktada 'devlet aklı'yla AK Parti'nin 'siyasi pragmatizmi' çatışıyor olabilir mi? Yani 'devlet' bu konuda AK Parti'den daha önde olabilir mi?"

Sayın Dağı'nın bahsettiği "devlet aklı ve AKP progmatizmi" meselesinde neler biliyor, hangi bilgilere sahipki böyle yazabiliyor, bilmiyoruz, ama kronolojik ve siyasi gelişmelerle ortaya koymaya çalıştığımız gibi10 senedir olmayan gelişmeler, sayın Hakan Fidan'ın "gönül rahatlığıyla" gönderilmesinde sonra kaydedilmiş, o halde "AKP pragmatizmi" nasıl denilebiliyor?


Ve sayın Dağı'nın "devlet aklı" dediğinin 10 sene boyunca neler yaptığı da (yapamadığı da) ortada; gerekirse sayın Dağı'nın sayın Gürcihan'ın yazısını okumasını salık veririz.


[Bu noktada gazeteler, televizyponlar ve internetin biz halkı "yönlendirmek" için kullanılan bir "araç" olduğunu, bizim-halkın hiç bir şekilde "faydasına" yönelik bir faaliyet içinde olunmadığını, yönlendirenlerin yönlendirmek istedikleri düşüncenin çıkarı için kullanıldığını bizlerin halkın da buna "alet" edildiğini yazmak zor olmasa gerek. Sayın Dağının da yukarıda alıntı yatığımız diğer yazarlarımızın da, sızdırma sonrasında yazı yazan yazarların da neredeyse hepsi "Oslo Müzakareleri"ni biliyorlarmış, bunu öğrendik, o halde "barış" için yazılar yazmayıp da kızıştırma maksadlı yazıları niye kaleme aldıklarını sormak isteriz "halk" olarak? Anladığımız kadarıyla ama, bazı ismi "strateji kuruluşu" olarak çıkmış yerlerle irtibatlı olanlar da dahil bir şeylerin farkında olmakla birlikte görüşmelerde neler konuşulduğuna dair HİÇBİR BİLGİYE SAHİP DEĞİLLER, ama sadece kulaklarına üflenenlerle ve gerçekten de hiç bir ufukları olmadığından "kaba" hatlarla yazılar yazmakdan geri durmadılar. "Devlet aklı" da işte böyle "kurum ve kişilerin" basit "aklı"...]

Bütün bu süreç içerisinde, Zaman gazetesinin ve sayın Gülen'in tavrı, gazetelerden, televizyonlardan, "işaretlenmiş sitelerden" görüleceği üzere oldukça basitti:


"Bebek katili şeytanlaşmış Öcalan ve Zerdüşt PKK, uyuşturucu tivareti yapmak, rantı kaybetmemek için kan dökmeye ve Ergenekon Terör Örgütü ile işbirliği yapmaya devam etmektedir!"


Başka bir ifadelerine rastlayan varsa, hemen kabul ederiz!


Ama yok!


Sayın Gülerce'nin sitemle dolu olarak "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" deyişine imalı gönderimi ile dolu "sayın Gülenden özür diliyorum" yazısı da gösteriyor ki, sayın Gülen'in "aklı", 2010'lara kadar ki "DEVLET AKLI"DIR!


Sızdırma akabinde sayın Başbakan'ın bir kaç gün bekleyip memlekete dönüş yolunda yaptığı "Hakan beyi harcamayız, gönlümüz rahat, Devlet görüşüyor, hükümet değil" açıklaması, aciz DEVLET AKLI'NA KARŞI KOYUŞ olarak, "harcamayız" ifadesi de "OYUNU GÖRDÜM" tavrı olarak değerlendirilmeli.


[Fakat burada bir hususu çizmek gerekiyor: Sayın Hakan Fidan'ın, sayın Ünal'ın yukarıda bahsettiğimiz "BEKLENMEDİK ENGELLER" ifadesinde mahfuz "kumpas ve entrikalar"la sızdırılan ses kaydındaki sözleri nedeniyle "harcamayız" ifadesi ile "koruma altına alınması" çok normal olsa da, bu sızdırmanın "öc alıcı" bir yönü olduğu, şiddetli olduğu ve muhakkak suretde "bedelini" istediğini ve verilmesini gerektiğini de işaretlemek gerekiyor. Sayın Fidan'ın gerekli araştırmaları yaptıkdan sonragereken davranışı sergileyeceğinden de eminiz. Bunun başka hiçbir yolu da yok.]



Fetvalar Hazır



Sayın Başbakan'ın, başlatıcısı olmadığı görüşmelerin faturasının kendisine kesilmesine olan kızgınlığını şaşırtıcı bir şekilde engelleyerek gayet makul bir şekilde yaptığı açıklamalar, yerindedir. Yerinde olmakla birlikte, devamını da bekler ama şu an titibariyle, hem Mısır-Tunus-Libya ziyaretini, hem de aynı günlerde yapılması planlanan "sınır ötesi harekatı" yörüngesinin oynamasından anlaşılacağı üzere,  "DEVAM" HUSUSUNDA AKLI KARIŞIKTIR. Karışmaması gereken ve meşrebi gereği hemen de anladığı ve UNUTMAYACAĞI husus, TEK BAŞINA olduğudur!


Evet, sayın Başbakan, seçimleri nasıl "tek başına" kazanmış ve bunu göstermişse, bu sene içinde sızıdırlan iki ses kasedi ile, sayın Mehmet Metiner ve sayın Hakan Fidan, en yakın çalışmalar içinde bulunduğu kişilerden VURULMUŞTUR! Bu aynı zamanda, ONUN DA VURULABILECEĞINE DAIR SEMBOLIK bir işaret olsa gerek.


Biz burada sembolik olarak vurılmadan bahsediyoruz ama, sembole başvurmadan bunu apaçık ve üstelik de ses kaydı üzerine konu edinen "IŞARETLENMIŞ" YAZARLAR da mevcut!


Her ne kadar yazısını iki gün sonra geri çekmiş (13) ve yayından kaldırmışsa da sayın Rauf Atilla Polat konu üzerine yazdığı yazıda yazısını çekmesine neden olacak ŞİDDETTE ifadeler kullanmakdan çekinmiyor:


"- ... bir noktadan sonra ölüm HAKK'TIR... Menderes öldü, Özal öldü, Türkeş öldü ve Ecevit öldü, Yazıcıoğlu da öldürüldü...Bu isimlerden bazıları bir dava için öldürüldü. EĞER BIRILERI ŞUANDA YAŞIYOR VE ÖLDÜRÜLMEDIYSE insaf edip, oturup neden yaşıyorum diye tefekkür etmeli değilmidir? (...)


Umarım, KARDEŞ KATLININ VACIP OLDUĞU her zaman akılda tutuluyordur..."


Daha önce defalarca yazdığı ve hatta yine bir yazısını "değiştirmek" zorunda kaldığı gibi sayın R.A.P,bu yazısında da kendinden menkul bir "türk derin devleti" ki buna "ihtiyarlar" diyor ve bunun başı da sayın Gülen'dir ona göre, o tarafdan yazılar yazmakta ve devamlı olarak sayın Erdoğan'ı tam tabiriyle ÇOCUKMUŞ GİBİ AZARLAYIP durmakta ve gerektiğinde de "ölmemesini sağlayanlara nankörlük ediyor" yollu "nasihatler" ediyordu ama görüldüğü üzere şimdiki yazısında açıkça tehdit etmiş.


"Nasihatler" deyince, yazımının ilk başında bahsettiğimiz NASİHATÇİLER EKİBİ olarak da görülebilecek sayın Ali Ünal ve sayın Önder Aytaç'ın yazılarının da, sayın R.A.P'ın bu yazısıyla EŞZAMANLI olduğunu hatırlatmak isteriz. Ve bu konudan nasıl "nasihatlere" gelindiğini de merak ettiğimizi belirtiriz.


Sayın R.A.P, yazısında bir başka hususu daha çiziyor ki, yukarıda bahsettiğimiz "ona dair kasetler" meselesine de gönderme yapıyor:

"- Siz PKK ile masaya oturacaksınız ve o kaset yaklaşık 1,5 sene elden ele dolaşacak ve devletin MİT'i bundan haberdar olmayacak (bazıları MİT içinden farklı kanat yalanına sığınsada gerçek öyle değil..) ve siz bu acziyetinizle kürt sorununu çözeceksiniz... Bir kardeşimiz  yakın bir tarihte 5 önemli devlet adamının yaptığı gizli toplantının -kısa bir süre sonra- seslerini farklı yerlerde duyunca, resmen devletin ırzına geçmiler diye içten bir haykırışla dert yanıyordu.

Şimdi de de bazı makam sevdalıları, devleti kimseye vermemeliyiz..Bu adamların pisliği yok...Bizim pisliklerimiz ise henüz ortaya çıkmadı, devlet tamamen bizden giderse bizimde pisliklerimiz ortaya çıkar diye.. Sağda solda acizce propagandalar yapıyor...

Evet, bu kaset ortada gözüken bütün tezlerin dışında başka bir amaca hizmet edecektir.

Bunun ortaya çıkması içinde biraz zamana ihtiyaç vardır. Aslında burada önemli olan bu kasetin ortaya çıkması değil.. Üstad Fazıl'ın dediği gibi 'Ayasofya açılacak,öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek'' düşüncesinden hareketle açılacak mahsenlerdeki -özellikle hiç gündeme gelmeyen bazı kirli mahsenlerdeki- kaset, belge ve vatana ihanetlerin ortaya çıkması ile çok daha büyük sırların deşifre olacağı hakikat çağının kaçınılmaz bir gerçeğidir..."


Sayın R.A.P.'ın, Ergenekon operasyonlarına verdiği destek ve "hakikatler çağı"nın bundan sonra başlayacağına yönelik yazıları ve vurguları malumdur, malumdur ama Ergenekon operasyonlarını hükümeti döneminde yapan sayın Başbakan'a yönelik olarak kaleme aldığı gizli ve açık tehditleri bu durumda anlamak mümkün değil!


Hükümetin destek ve İRADESİ olmasa bunların gerçekleşebileceğini mi zannediyor mesela... Herşeyin iyiye doğru gittiğinden bahsediyor, polisi övüyor, iradeden bahsediyor ama iş sayın Başbakan'a geldiğinde, çocuk gibi azarlıyor! (14)


Yazılarından anlaşılacağı kadarıyla, hükümette başta sayın Başbakan ve bir kaç bakan olmak üzere Ergenekonla işbirliği yapanlar var ama nasıl oluyorsa, Ergenekon operasyonları iddianameye dönüştürüldü ve insanlar içeriye gönderildi!?

Nasıl oluyorsa, sayın Başbakan Ergenekonla ve Baronlarla işbirliği içinde ama yine de hem Ergenekoncuların kinini hem de sayın R.A.P.'ın tehditlerine ortak hedef!?

"Türk derin devleti"nin sayın Erdoğan'la hesap göreceğini ima edip de duruyor!


Görüldüğü üzere o yazılardan, sayın R.A.P.'ın nazarında, memleketteki bütün "iyi gelişmeler"den "Türk derin devleti-İhtiyarlar", "kötü gelişmeler"den de sayın Başbakan (bu da yeni çıktı!) ve "5 kişi" sorumlu!

"Yandaş" gibi gözükselerde bazı yerlerin nazarında, sayın R.A.P. da, tıpkı sayın Aytaç gibi aslında, sayın Erdoğan'ın iflah olmaz muhalifi hükmündeler; sayın R.A.P.'ın bütün kötü gelişmeleri "Ergenekon ve uzantıları"na bağlaması gibi, sayın Aytaç da, aynısı yapıyor, ama sayın Aytaç çok daha profosyonelce:


"- 23. Ve maalesef bu koalisyon şiddeti şehir merkezlerinde tırmandırmayı planlıyor. Afet Abla’nın ‘şehirlere taşıdığınız cephaneleri biliyoruz’ demesinin karşısında, Sabri Ok’un; ‘o konuyu geçin’ söylemi de göz ardı edilmemesi gereken bir diğer gerçek. Bir diğer anlatımla, şehir merkezlerinde patlayacak her bir PKK merkezli bombadan milli bir yapı mı sorumlu tutulacak?"


Yukarıda bahsettiğimiz yazısında böyle söylüyor, "MİT"i, "PKK ile işbirliği veya gözyummakla" suçluyor, 24. maddede "büyüklenme Başbakan" demeden hemen önce; soru çok açık olarak şudur anlamak için: MİT kime bağlıdır?


Görüldüğü üzere, BÜTÜN SUÇ VE VEBAL SAYIN BAŞBAKAN'IN ÜZERİNE KALIVERMİŞTİR, hem de "USTA"LIKLA!



Alem Acıdayken Zevk İçine Dalanlar



Aynı şekilde, sayın Aytaç gibi yazı kusması ile meşhur sayın HMÖ'ün, ses kaydının sızıdırılmasından üç gün sonra "Bre Şerefsiz?!" başlıklı bir ve sadece bunu demenin zevkini ama hiç farketmediği bir şekilde ACZİYETİNİ yaşadığını gösterir yazıyı yazan sayın HMÖ, bu sızdırma hususunda ne söyleyeceğini bilememenin burgacında üç yazıda ve yazılarına da kendi içinde tenakuzlu -fakat kendisine sorsanız "beyin fırtınası" yapıyor olacaktır- yazılar yazmış, her telden vurmuş, ama nihayetinde meseleyi getirip tıpkı diğerleri gibi sayın Başbakan'a "yükleyip", "Bre Şerefsiz" nidasını atmanın zevkine dalmıştır.


"- Hal böyleyken…
Bir akşamüstü MİT’e dair bir ses kaydı internet ortamında dolaşıma girdi.
Kayıt yayınlandığında MİT önce üç maymunu daha sonra da “No comment” pozisyonuna geçti!
Yani?!
“Başka ses kayıtlarının açıklanmasından çekindiğimiz için yalanlama yapamıyoruz” mesajı verdi.
Oysa ki, PKK’nın döşediği mayınlar, kurduğu tuzaklar üzerinden art arda şehid cenazeleri gelirken, TSK’ya asimetrik saldırı düzenlenirken, biz MİT’in “devlet” e istihbarat sağladığını, casus cennetine dönen vatanımızda “hayalet avcılığı” yaptığını zannediyorduk!
Meğerse işin içyüzü öyle değilmiş!
MİT, perde arkasında PKK ile iş tutuyormuş!
Vatanın bölünmez bütünlüğü üzerine kirli tezgahlar kuruyormuş!
Yeni Anayasa hazırlığı yapıldığı bir ortamda sızdırılan bu ses kaydı çok şey anlamına geliyor!
Şöyle ki:
1- Fidan’ın MİT’i, BOP Eş Başkanı AKP’nin taşeronu!
2- Fidan’ın MİT’i, PKK’nın taşeronu!
3- İran operasyonu bağlamında işlenen ve işlenecek suikastlerin hazırlayıcısı, planlayıcısı, tetik bastırıcısı Fidan’ın MİT’i!
Sözün özü:
http://www.youtube.com/watch?v=oBsr91RTGTI
İstihbarat dünyasında olan herkes bilir ki, “temiz ortam” diye bir şey yoktur; “sağır oda”lar hariç!
Her ortam dinlenir.
Sızan “Soçi görüşmesi” öncesinde dahi Putin soruyor, “Ortam temiz mi?” diye, eski KGB ajanları gülerek cevap veriyor, “Tertemiz, şimdi her şeyi rahat rahat konuşabilirsiniz efendim!”
O gürüşme metni incelendiğinde, Putin’i zora sokacak tek kelimenin olmadığı ama kurduğu her cümlenin Erdoğan’ın başını fazlası ile belaya soktuğunu görüyorsunuz!
MİT’e, TİKA üzerinden “İstihbaratçılık oynasın” diye “Müsteşar” yapılan Hakan Fidan’ın görüşme notlarına baktığınızda, pazarda domates, hıyar alma pazarlığı yapıyor hissine kapılıyorsunuz!
Sözün özü:
Fidan, bulunduğu ortamın dinlendiğini bilmiyor ise söylenecek fazla bir şey yok, büyük cehalet!
(Çıraklığını yapmadığın hiçbir işin ustalığına soyunmayacaksın, gel otur deseler dahi koltuğa oturmayacaksın!)
Yayınlanan konuşma metni incelendiğinde Hakan Fidan ve Hakan Fidan’ın adını andığı şahıslar dışında zora giren kimse yok!
MİT adına görüşmeye katılan Afet Güneş’in ise görevini yaptığı ve kendini ve kurumu zora sokacak hiçbir şey söylemediği dikkat çekiyor.
Hülasa, Fidan üzerinden Erdoğan’ı ipi çekilmek istenmiş! Erdoğan için de AKP için de bitiş düdüğü çalıyor!
Ezcümle; “Çankaya Savaşları” bağlamında, Erdoğan’ın son kullanım tarihinin “son kullanım tarihi” de tükenmek üzere!
Nokta!"

Bunu demiş 15 Eylül'de; görüleceği üzere, sayın Fidan, sayın Başbakan'dan yana...

Ve şunu demiş yine:

"- “Çankaya Savaşları” bağlamında, Erdoğan’ın yükselen profilinden Londra arka planlı Gül rahatsız olduğu için Turkuaz MİT’in Fidan’ının “aşağılık kompleksini” dışa vurduğu konuşma kaydı üzerinden “The İmam” hedef tahtasına yapıştırıldı.
Netice:
Pusuya yatmış bir Gül ve Çankaya Savaşları kapsamında mayınlı arazide dolaştırılan ve harcanmak için gün sayılan bir Erdoğan masalı!
Ve/veya Erdoğan’a Fidan kazığı..."

Görüldüğü üzere bu seferde sayın Fidan sayın Cumhurbaşkanının yanında!

Ve en önemlisi bu iki "şey" de aynı yazıda!!! (15)

[Bir önemli husus da, sayın HMÖ'ün de nasıl bir bağlantı kurduysa, yazısının içerisinde, şu anda "the Cemaat" olarak nitelemede bulunan sayın Önder Aytaç'ın da "nasihatlerde" bulunduğu Milli Eğitim Bakanı ile alakı küçük de olsa vurguda bulunması; etkileşiyorlar, herhalde diyoruz.]


Bloğumuzu okuyacak "şansşız okuyucularımız" fazlaca yormamak için uzun yazımızı kısa maddeler halinde özetleyerek artık birtirelim.

1) MİT ve PKK arasındaki görüşmeler RESMEN kabul edilmiştir.


2) MİT ve PKK arasındaki görüşmelere, bazı sınırtanımaz muhalifler hariç aklı başında olanların itirazı yoktur.


3) MİT ve PKK arasındaki görüşmelerde "protokol kararları" alınmış olmasına rağmen birden bire ortalığa savaş çığlıklarının dolmasının nedeni anlaşılamamaktadır; elbette bu durumun çok derin bağlantılarla açıklaması olabileceği gibi, ses kaydında sayın Fidan'ın bahsettiği Habur olayında olduğu gibi ve sayın Sabri Ok'un da kabul ettiği "PKK'nın lafdan anlamazları"nın işleri gibi "basit" nedenler de olabilir.

Herşeyi olduğu gibi kabul etmek, aslında sorunu çok daha gerçekçi görmenin ve yorumlarla karşılayarak değiştirmemenin, YORULMAMANIN  yoludur.


4) Ses kaydının ortaya çıkması ile birlikte, sayın Gülen'in muhiblerinin NASİHAT VE ÖLÜM TEHDİTLERİ aşikarlaşmıştır.


5) Sayın Gülen'in, görüşmelere KARŞI OLDUĞU, sayın Gülerce'ye attığı söylenen şiddetli fırça ile bellidir; kaldı ki sayın Gülerce bir müddet sonra Amerikaya gitmiştir, sayın Gülen'in sinirlendiğinde eline koluna hakim olamadığı da meşhur olduğundan orada başına birşeylerin gelip gelmediği meçhulümüzdür.


6) Ses kayıtlarının ortaya çıkması ile "görüşmelerin yapılması"ndan çok, anlaşılması garip bir şekilde, "Başbakan PKK ile görüşüyor" teması işlenmiştir. Oysa, sürecin çok önceden başlandığı, ilk görüşmelerin askeriyye tarafından gerçekleştirildiği bilinen bir gerçektir. Ortada bir komplo varsa, “hedefin” kim olduğu saklı değildir, o halde.


7) Ses kaydının sızdırılmasının, sayın Başbakan'a yönelik bir "komplo" olduğu su götürmez bir gerçek; sayın Fidan'ın "kellesinin" istenmesi de ikinci gerçek. Sızdıranlar ise meçhul ve meçhul de kalacaklardır.


8) Sızdıranların kim olduğu yönünde en çok İsrail ve PKK ihtimalleri konuşuluyor ve başka bir tarafa pek bakılmıyor. Oysa, ses kaydını internete yükleyen kişinin ismi "ONE MINUTE"; aslında bu durum, yani bu isim, faillere yönelik ipucu olabilir: Bir “Devlet” dışında kim sayın Başbakan'a "one minute" demişti?


9) Sayın Başbakan'a bu ses kaydından dolayı BİRLEŞİK CEPHE halinde bir karşı koyuş olduğu gözle görülen bir gerçek; Ergenenkon'da Ergenekon karşıtı da sayın Başbakan'a karşı söz yarıştırması içine girmiş durumda. Kimi "bre şerefsiz" diyor, kimi "kardeş katli fetvaya uygundur" diyor. Arada "böbürlenme padişahım" nasihati veriyorlar. Bu durumda da sayın Başbakan, durduğu yeri daha çok sahiplenici bir tutum içine MECBUREN girmek zorunda kalıyor.


10) Bir sızdırma, sadece sızdıranların emeline değil, başka şeylere de hizmet edebilir; ses kaydını servis edenlerin emelleri nedir ayrı meseledir ama bunun üzerinden başta sayın Aytaç, sayın R.A.P. ve sayın HMÖ olmak üzere İÇ HESAPLAŞMA PLANLARI yapan ama mevzuyla alakalı aslında hiç bir şey bilmediklerini sadece FIRSATDAN İSTİFADE etme çabası içine girdiklerini yazdıklarıyla ortaya koyanlar da var.


11) Sayın Fidan'ın görevini şerefle terketmesi en makul yollardan birisidir.


12) 23 Eylül’de gerçekleşecek olan BM’deki Filistin Devleti’nin onaylanma toplantısı, Doğu Akdenizdeki çok ilginç ve gerçekten de birdenbire ortaya çıkıveren hadiselerin bütün bu olanlarla alakasını görmeden bir analiz yapmak mümkün değildir.


Görüldüğü üzere bir sızdırma gerçekleşmiş ve bunun üzerine önce bir "sessizlik" meydana gelmiştir (16); bu sessizlik aslında sızdırmalar hariç her tarafın şaşkınlığından olsa gerek, başka türlü açıklamalar makul değil, ardından konuşmaya başlayanların "çok bilmiş" tavırlarla yazdıkları yazılarda konuya "hakimiyetlerini!!!" de görüyoruz çünkü.

Kaleme aldığımız şu analizde, bir karar vermiş değiliz, kendi düşüncemizi ortaya koymakdan çok, konuşanların düşüncelerini, çeişitli hatırlatmalar ve ilgili yazılar eşliğinde ortaya koyup bir manzara çizmeye çalıştık.


Göreve ilk geldiği ve geleceğinin işaretleri ortaya çıktığında, göklere çıkarılan sayın Hakan Fidan'ın, bir anda, "İrancı" olarak nitelenip, "acemi" olarak değerlendirilmesi (17), önce sayın Cumhurbaşkanının, ses kaydından sonra da sayın Başbakan'ın "adamı" ilan edilmesinde olduğu gibi, DURUMU RESMETTİK SADECE...

Bu resimde eksik kalan, resmi ortaya koyarken tarafları değerlendirmediğimiz husus ise, görüşmelere karşı çıkanın veya taraftar olanların "NASIL BİR ÇÖZÜM; NEYLE ÇÖZÜM" üzerinde zerre kadar fikirlerinin olmadığı, bir takım yasa maddelerinin değiştirilmesi, "teröristlerin" kutuplara yollanmasına bel bağlayacak kadar ÇÖZÜMSÜZ olduklarıdır.

Ortaya çıkan bir başka tablo, sayın Başbakan’ın, daha önceki durum neydi, bugünkü mevzular o günkü tablonun değişmesinden mi kaynaklanıyor (inanıyoruz ki sadece “çıkar kavgası”; vatanımız ve milletimizle alakalı bir ”kavga” değil) bilemiypruz ama şimdi onun hem tek başına olduğu hem de bir güç olduğu resmen tescil edilmiştir.

Sayın Başbakan’ın, sayın HMÖ’nün de sıklıkla ama farklı bir anlamda söylediğini yazdığı, “sonum Menderes’den de beter olacak” sözü, söylenmiş midir, ilgimiz dahilinde değil, ama şunu söylemek gerekir ki, bir güç olarak etrafı “Nasihatçiler”le ve “Tetikçiler”le çevrili olan birisi olarak, ya denildiği gibi “nankör, kibirli, ben merkezci” biri olarak “beter sona” kuşkusuz beter bir akibetle ulaşacak veya yine denildiği gibi “islamlaştırma faaliyeti” içerisinde olduğğundan Menderes’e bir kısım mihrakların şiddetli nefretinden de “beter bir kin”le karşılacak, ama o zaman da “ya ol ya öl” denilen Menderes’in niyeti baki olsa da bir türlü “OL’AMAMASI”na benzer bir halde İKİRCİKLİ TAVIRLARI TERKETMESİ gerekmekte...


Yoksa rahmetli Üstadımızın dediği gibi “ya ol ya öl” sözünden, üstelik kendi eliyle, ikinciden başkasıyla “bu şarkı burada bitmez!”

“Ben sana ‘Sultan’ olamazsın demedim, ‘Berber’ olamazsın dedim! ”



ALİ BABA




Notlar:


(*) Şu kendi kendimize konuşmalarımızı bloğumuza koyacağımız esnada bir haber gördük. Buna göre, 20 Eylül '11 günü Ankara'da Kızılay semtindeki patlamanın sayın Başbakan'ın "özel istihbarat ekibi"nin bulunduğu binanın önünde gerçekleştiği dedikoduları, yazımızda bahsettiğimiz sayın Aytaç ve sayın Uslu tarafından gecenin karanlığında twitter'da duyurulduğu haberleştirilmiş. Sayın Aytaç ve Uslu beylerin sayın Gülen ile gönül birliktelikleri olduğu biliniyor, ama Emniyet cenahından bilgi almaktadırlar, şimdi bu "özel istihbarat ekibi" konusu, Ergenekon iddialı cenahda çokça konuşulan, bu iki beyfendinin pek üzerine düşmediği değil hiç te konu etmedikleri bir mevzuyken, tam da analizini yaptığımız konunun hemen üzerine üstelik de DEŞİFRE ETME anlamında ve bu tip bir "ekip" belki de bir suçtur yasalarımıza göre, alanen yazılması ne anlama gelir.

Tek bildiğimiz, analizimizde bahsettiklerimizin "doğru yol" olduğudur. Elbette bu bilgi üzerine bir sürü spekülasyon yapılacaktır ama önemli olan Ergenekoncuların iddialarının sayın Gülen'in gönül birlikteliği olduğu Emniyetden iyi haber alanlar diye bilinen sayın Aytaç ve Uslu beyfendiler tarafından kabul edilip faş edilmesidir ki bu da yeter!

Bir başka husus, denildiği gibi orası öyle bir yer ise, sayın Başbakan'ın kazaende olsa uğrama ihtimali olabilecek bir zamanda değil de ABD'de olduğu bir vakit saldırının gerçekleşmesi anlamlıdır. Ama ortalık yerde beş kişinin ölümü ve onlarca yaralıya rağmen bunun gerçekleştirilmesi de gözlerinin ne kadar döndüğünü ortaya koyuyor. Ne tesadüftür ki, bir başka makalemizde konuk ettiğimiz sayın HMÖ'nün "uslubu" ile de aynileşme vardır. Eğer doğru ise kaydı içinde...


1) Sayın Gülen'in dini konularda engin bir hafızası olduğuna yazdığı kitaplar ve sohbetlerinden şahidiz, ama bilgisi var mıdır, dediklerine ne kadar iman içerisindedir bunda şüphemiz mevcut ki bu hususda tek başına değiliz. Tılmizi Ahmet Kurtcan vasıtasıyla "fiktif fıkıh" üzerinde çalışan, meselere vukuf ederken hiç görülmemiş şekilde yeni anlamlar ortaya koyan sayın Gülen'in bu durumu belki müntesiplerince "ictihad" olarak görülebilirse de, bizce en azından bid'atdır diyelim ki hem dairenin içinde o kalsın hem de tersi ise biz. "Entellektüel çalışmaları"nda ne kadar yeni fikirlere açıksa, müntesiplerinin forumlarında o kadar "katı" bir görüntü vermektedirler. Gülen Grubunun ortaya çıkma aşamalarını bilenler ve sayın Gülen'i şahsen tanıyanlar, "şeyh olmadığına" dair fikrimize katılacaklardır; katılmayanlar, "şeyh uçmaz mürid uçurur" bilgisi dahilindedir ama "kör" tarafından.


2) Burada "vezir" tabiri, duruma uygun bir hadisi şerif tedarik edilemediğinden dolayı mı yoksa vites küçültme ve sayın Erdoğan'ı bir "güç" görmekten mi geliyor? Osmanlı tarihi boyunca, tarikatın osmanlıca okumuş çocuğu hükmğnde "tarihçi" damgası verilen sayın Mustafa Armağan da bilirler, pek çok vezirin, baş vezirin kellesi uçurulmuştur. Kelle uçurmanın sebebi, ya vezirin dünyalıklarla fazla meşgul olmasından veya "Sultan"ın arkasından kumpaslar çevirmesindendir. "Vezirlik" meselesi ima ile ortaya atıldığından, konuyla alakalı bir gönderme yapmak istedik sadece.


3)Herkesde bir "vehim"... Sayın yazar, yazımız içerisine kendisine sorduğumuz soruların cevaplarını verirlerse, biz de o soruları sorma "vehminden" kurtulmuş oluruz elbette. Vehim meselesinde önemli olan, kuru bir vehim duygusu içerisinde kalmamak, vehmettiğiniz doğrultuda faaliyet içerisinde bulunup belki bambaşka bir noktaya gidecelk olan "vehimin hedefi"ni bu kavli dua ile isteğinin-vehminin şiddeti ile DÖNÜŞTÜREBİLMEKTİR. Dönüşecek olan "vehminizin hedefi"dir, vehminiz değil. Olur veya olmaz.


4) "İşaretlenmiş" yazarların yazılarının bulunduğu websitelerinde o yazıların altında yapılan yorumları okumanızı "nasihat" ederiz.
                              

5) Bütün bir Ergenenkon sürecini, 2007'den beri milletin beyninne zerkedilenleri, samanyolutv'de senaryo olarak beş para etmez, sinema tekniği açısından "ilkel" ama "vatan millet aşkıyla vatan hainlerine karşı savaşan mücahid polislerimizi, kanaat öncerlerini" anlatan dizileri hatırlatıyor sanki bize sayın Aytaç.

6) Bu "yönlendirme" çabasını takdir etmemek mümkün değil sayın Aytaç'ın. Milletin "balık hafızası" olduğunu biliyor ama ve bunun için bu sakat dala asılıyor. Hatırlayalım: 12 Haziran seçimleri öncesinde MHP'nin derdi başından aşkındı. bir anlamda rehin alınmaya çalışılmıştı ve bunda da başarılı olunmuştu. Dolandırıcılık, yolsuzluk ifşaından değil, yaşı başı geçkin, torun sahibi milletvekili adayları ve yöneticilerinin seks kasetleri ile! Yarasaydı, CHP'ye yarayabilirdi, ama onların hali zaten dumandı malum. Bu "yönlendirme" çabası sakatdır kısaca; fakat bahsettiğimiz gibi "balık hafızası"na oynadığından şımarıkça bunu öne sürebiliyor sayın Aytaç. Hiç yakıştıramadığımızı, çok daha kurgusal bir "dal" bulmalarını dilerdik. Açıkca, çok güldüğümüzü okuyan arkadaşlarımızla belirtmek isteriz.  (Dert olsun bu da birilerine!)


7) Bizim inancımıza göre, ki başkaları gibi yüksekden atarak "kesin" konuşmuyoruz, bunu da belirtelim, bu toplantılar zaten herkesin bilgisi dahilinde kayıt edilmektedir. Ama burada sayın Aytaç, sayın PKK'lı "terörist" Ok'u "gizlice kayıt yapan" kişi olarak lanse edip, Ergenekon-PKK bağlantısına bir kement atmaya çalışıyor. Hem onun hem de PKK'lilerin bandı sızdırdığına inanan ve bunu aktaranların düştüğü hata, (bakınız yalnız, gerçekten de onlar sızdırmış veya tek başına onlar kaydetmiş olabilirler, dikkati çekmek istediğimiz husus, bunu ispatlama gayretinde olanların ukalalıkları, hataları, kasıtlı yönlendirmeleri, hiçbir şey bilmemelerine rağmen "yüksek" atmaları), sanki ortada bir "raund table-yuvarlak masa" var, herkes de bunun etrafına doluşmuş! Ne biliyorsunuz? Konuşma şekline bakarsanız oldukça samimi bir görüntü veriyorlar, belki herkes kendi koltuğunda, İngiliz usulunce şöminenin önüne dizilmiş bir şekilde "birendi"lerini yudumlarken bunu gerçekleştiriyor olamazlar mı? Yani nereden bakarsanız bakın sayın Aytaç yanılıyor ve yanıltma azmini kasıtlı olarak gösteriyor. Bütün bunları da sayın Aytaç'ın bir yazısında "acımasızca eleştirin beni" demesi üzerine yaptığımızı belirtelim.

8) Bahsi geçen bakanlar ne gariptir ki Ergenekon'un da hazzetmediklerinden.

9) Sayın İlhan Cihaner'i kastediyoruz.

10) "Sayın Öcalan"ın gözlerinin içine başka bir ifade gelmesini, nihayet odun olmayan birisi geldi, diye anlamak mümkün müdür?

11) Sayın Gülen'in çeşitli konuşmalarında geçen "gizlenme taktikleri" düşünülmeli...

12) Sayın İhsan Dağı'nın, "İslam Kürt sorununu çözemez" demesi ve bunu Zaman gazetesinde yayınlaması unutulmamalı.

13) Sayın Rauf Atila Polat'ın yazısının başlığı "RTE'nin Özel Temsilcisi"dir; yayınlanan yer sayın Mehmet Barlas'ın oğlunun haber sitesi olan "haberx"dir. Oysa kendisinin "anayurthaber.com" isimli haber sitesi mevcutken, niye orada değil de burada yayınlatır, merak edilecek bir konudur. Yazısının içeinde "Yazıcıoğlu da öldürüldü" ifadesi bold olarak yazılıp özel olarak vurgulanmıştır. Yazının geneline bakıldığında merhum Yazıcıoğlunun öldürülmesini değil bir başkasının da öldürüelceğine dair ima olduğu elbette bir "niyet okuma" ile anlaşılıyor. Yazı yayaından çekilse de google önbellekden görüntülenmektedir haberx'de ama anayurthaber'de de gözükmesine rağmen kalıcı olarak kaldırıldığından önbellekde görüntülenememektedir.

14) Aslında bu "azarlama" ve "nasihatlerin" gün geçtikçe fazlalaşması ve alenileşmesi, onlarca iş işden geçti anlamındadır; yani kaybettiklerinden bir telaş içindedirler. "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir tekdir ile uslanmayanın hakkı kötekdir!" de denilecek günler de gelecek diyeceğiz ama görüldüğü gibi "kardeş katli fetvası vardır" denilerek bu zaten söylenmiş durumdadır! Daha nasıl bir "sembolizm" kullanırlar artık bilemeyiz dediklerinin anlaşılması için! Ve en garip tarafı nedir biliyor musunuz, bunları yazanlar "entellektüel" oluyor, ama mesela dergilerinde ve gazetelerinde siyaset üzerine yazı yazıp "aykırı" davrananlar "terörist"!!! Türkiye artık bir Texas'dır!


15) Değişik bir bakış açısı olan ve gazeteleri tek tek okuyup yorulmamızın onları bizim yerimize okuyup da aktarma kabiliyetine sahip olduğundan takdir ettiğimizi daha önceden belirttiğimiz sayın HMÖ'nün, bahsettiğimiz gibi iki yazıda ve yazı içerisinde farklı tellere dokunmasına "yüksek siyasetin cilvesi" deyip çıkmak gerekiyor.


16) Bahsettiğimiz sessizlik elbette ilk günleri için geçerliydi, yoksa arttık etraf "yönlendirme haber ve yorumnları" ile dopdolu. Bu da analzimizi doğrular.


17) "İrancı" olması, dini yönden değil, İran ile ABD arasındaki nükleer görüşmelerinde o tarafa meyyal olduğuna dair bilgilerden ötürü; ama sayın R.A.Polat'ın, sayın Fidan'a dair meddahlığı da biliniyordu eski yazılarından. Burada şunu eklemek gerekir yalnız. Sayın Fidan'ın etrafında olan veya "danışman" statüsünde gözüken bazı kişi ve kurumların gerçekten de '90'dan önceki durumları dini olarak İran'a meyyaldi. Veya şöyle diyelim, Şii olmasalar da Ehli Sünnet hiç değillerdi, "mezhep taassubunu aşmış"lardandılar bunlar. Bu "almış"lık, yani aslında NİSBETSİZLİK, bu arkadaşların "siyasi danışman" statüsüyle hükümet işlerine el atmalarında da ortaya çıkıyor ve nisbeti olmayan, "günlük" ataklarla işi götürmeye çalışıyorlar. Yasin Akay isimli bir arkadaşın, ses kaydı hakkında, "Fidan'ı zora sokacak hiçbir cümle yok" ifadesi, takım tutmsanın alası olmakla beraber, gülünmesi gereken bir açıklamadır.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=28997&y=YasinAktay "Habur"dan bahsediyor, "ayarlama"dan bahsediyor, "sayın Öcalan" diyor, Yasin beye göre bunlar "zora sokmuyor" ise  acaba sayın Fidan ne demeli ki zora girsin? Dedik ya burası Texas!