28 Mart 2011 Pazartesi

Bir Turnusol Kağıdı: Basın Özgürlüğü



G. Göktürk ve Gültekin Avcı Polemiğine Değini:

Bir Turnusol Kağıdı: Basın Özgürlüğü
-basın mı özgür yoksa kanun ve mevzuat mı-

Ali Baba





KANUNLAR VE MEVZUATLAR

“Odatv” ve “ilişkileri” iddiası üzerine kurulan savcılık ve polis sorusturmasında yapılan iki tutuklama ile “gazetecilik ve terörizm” konusu basında tartışılmaya başlandı.
Gazetecilik nerede başlar, nerede biter, basın ne kadar özgürdür, özgür müdür, terör faaliyeti ile ilişkisi olabilir mi, teröristden gazeteci olur mu vb. tartışmalar günlerdir devam ediyor ve bundan sonra da devam edecek gibi gözüküyor.
Tartışmaların odağında, Nedim Şener, Ahmet Şık, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan bulunuyor, bu kişilerin “muhalif gazetecilik” yaptıklarından ötürü tutuklandıklarından bahsediliyor; işin garip tarafı, “devlet gazetesi” Hürriyet’in de yazarı olan Soner Yalçın, “odatv’nin sahibi” olarak geçiştirilip, bu gazetede yazmasından bahsedilmediği gibi, “muhalif gazeteci”  olmasından da pek bahseden yok. Hatta şöyle denilebilir ki, S. Yalçın, tutuklanması ile birlikte çoğu kişi “oh!” dedi…
Yine aynı şekilde, bir kısım “gazetecilerin”, Taksim’de, İstiklal caddesinde “protesto yürüyüşü” yapması ve yukarıda bahsediğimiz dört kişiyi “bayraklaştırması”  esnasında bile “odatv” pek gündeme gelmedi; gündeme gelmeyen başka bir şey de cezaevlerinde tutuklu veya hükümlü olan diğer  gazetecilerdi…
“Büyük medya”nın birbirlerini kışkışlaması ve zor günlerde de desteklemesi elbette bilinen bir husus; bu noktada gazete farkı yokoluyor malum, Taksim’deki “protesto”da da “büyük medya”da çalışmış, birtakım “büyük gazeteciler”in gözüne girmiş, asistanlığını yapmış, “öğütlerini” dinlemiş olan o dört gazeteci dışında, cezaevlerinde bulunan, yazıişleri müdürü, dergi-gazete sahibi-muhabirlerin esamesinin okunmaması da “bu noktadan” bakıldığında “çok normal”…
İçeride bulunan gazeteciler, ne uyuşturucu kaçakçılığının, içki kaçakçılığının “propagandasını”,  “özendirilmesini” (ki, bu “özendirme” kısmında “büyük medya”dan birçok kişi “içeri” girme çizgisinde bulunur aslında), ne ırza tecavüzün “ahlakiliğini”, ne “öldürme özgürlüğünü”, ne araba kaçakçılığının “ekonomiye katkısının güzelliğini”, ne organ kaçakçılığının “serbest piyasacılığını” vs. (bu türden “organizasyonlara” üye olarak veya olmayarak) kaleme aldıklarından ötürü değil, “ne olacak bu memleketin hali”ne kendi İNANDIKLARI SİSTEMLE BİR HAL YOLU ortaya koyduklarından-koymaya çalıştıklarından tutuklular veya hüküm giymişlerdir.
İşte “Bugün” gazetesinin iki yazarının, eski savcı Gültekin Avcı ile Gülay Göktürk’ün, -Gülay hanımın yazısıyla başlayan- polemiğinin “ana fikri” de bu mesele.
Gülay hanım, “Gazetecilik nerede biter, örgüt üyeliği nerede başlar” başlıklı makalesiyle “gazetede yazmaya başlamasından sevinç duyduğu sayın Avcı ile polemiği” başlatmıştı.
Gülay hanım, Geçtiğimiz hafta, Ergenekon Davası'nın Türkiye için hayati önemine inanan birçok yazar gibi ben de, Ahmet Şık ve Nedim Şener'in gözaltına alınması üzerine duyduğum derin kaygıları dile getirdim. Okurlarımın çoğunluğunun bu yazıdan pek hoşlanmadığı gelen e-maillerden belli. Ayrıca, o zamandan bu yana, gerek yazılı basında gerekse televizyon programlarında sistemli bir biçimde suçlanıyoruz. yazarak başladığı makalesinin ilerleyen bölümünde, “mesleki dayanışma” ile suçlanmasın,ı tek cümle, biraz geçmişe dönüp baksalar, örneğin benim Mustafa Balbay ya da Tuncay Özkan'la hiçbir türlü "mesleki dayanışma" içine girmediğimi görecekler. Demek ki meselemiz, meslek içi dayanışma da değildiyerek ceffal kalem silerek “derdinin” ne olduğuna geliyor: “…gazetecilik faaliyetiyle örgüt üyeliği arasındaki çizginin nereden geçtiğini teorik planda netleştirmeye çalışmak
Şöyle diyor Gülay hanım:
“-Gültekin Avcı, gazetecilik faaliyetiyle illegal örgüt üyeliği arasındaki sınırı şöyle çiziyor:
"İllegal bir örgütün telkin ve tavsiyeleri istikametinde hazırlanan kitap ve yayınlanmasa bile mevcut müsveddelerin hepsi örgütsel doküman sayılır."
Yazının bir başka yerinde ise aynı fikir şöyle ifade edilmiş: "Bir gazeteci Ergenekon soruşturmalarına, buradaki delillere karşı olduğunu, inanmadığını yazabilir. Ama bu yayıncılığı illegal bir odağın telkinleri, talimatları ve arzuları istikametinde yaparsa, bu sefer illegal örgüte yardım, yataklık veya terör üyesi olma durumu gündeme gelir."
Bu alıntılarda kilit kelimeler telkin, tavsiye ve arzu kelimeleridir. Dikkat ederseniz Sayın Avcı, yapılan yayın faaliyetinin suç addedilmesi için ille de talimat alma şartı aramıyor. Buna telkin, arzu ve tavsiyeyi de ekliyor. Gizli örgütün telkin, tavsiye ve arzuları istikametindeki yayınları da örgütsel bağın ispatlanması için yeterli sayıyor.
Bunun ne kadar vahim tablolar ortaya çıkarabileceğini görüyor musunuz?
Açıkça söylemek gerekirse, emekli bir savcı, bir hukuk adamı olarak Gültekin Avcı'nın bu tanımlamasını son derece vahim buluyorum. Eğer Savcı Zekeriya Öz de bu konuda Avcı gibi düşünüyorsa, önümüzde basın özgürlüğü için çok tehlikeli ve zor bir yol uzanıyor demektir.
Düşünsenize, biz gazeteciler her gün bir yığın telkin ve tavsiye alıyoruz. Yazılarımız sık sık bu telkin, tavsiye ve arzularla paralel düşüyor. Örneğin ben, Kürt meselesiyle ilgili yazdığım yazılardan dolayı, PKK'lı olması kuvvetle muhtemel kimi kişilerden tebrik telefonları aldığımı çok bilirim. Bu kişilerin bana "Keşke şunu şunu da yazsaydınız, acaba meselenin şu yanına değinebilir misiniz" dediğini de...
Peki ne olacak şimdi? Benim PKK'nın telkin, arzu ve tavsiyeleri doğrultusunda yayın yaptığıma, dolayısıyla örgüt bağlantım olduğuna mı hükmedilecek ya da Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın kitaplarını kimi Ergenekoncular'ın telkinleriyle yazdığı ispatlanırsa, bu gazetecilerin Ergenekon üyeliği ispatlanmış mı sayılacak?
İşte bunun kabul edilebilmesi mümkün değil. Örgüt üyeliği ancak açık talimat ilişkisi ortaya konulabilirse ispatlanmış olur. Eğer üyelik iddiası telkin, arzu, tavsiye gibi muğlak, keyfi, yoruma bağlı kavramlara bağlanacaksa, somut biçimde ispatlanması son derece zor bu kavramlara dayanarak gazeteci örgüt üyeliği ile suçlanacaksa, işimiz gerçekten zor demektir.
Yazımı Gültekin Avcı'nın yazısından son bir alıntıyla bitireyim:
"Basın özgürlüğü basın faaliyetlerinin dolaylı olarak illegal gruplara peşkeş çekilmesine izin vermez. Yani basın özgürlüğü 'dolaylı terörizm"i korumaz. Basın özgürlüğü yazılı ve görsel çetecilik ve terör özgürlüğü değildir."
Basın faaliyetinin dolaylı olarak illegal gruplara peşkeş çekilmesi ne demek?
Yazılan haber ve yorumların illegal grupların çıkarlarıyla paralellik gösterdiği, yani dolaylı olarak illegal grubun işine yaradığı her noktada gazeteci yargılanacak demek...
Paragrafta yer alan "dolaylı terörizm", "yazılı ve görsel çetecilik" gibi vahim tanımlamaların değerlendirmesini de siz okurlarıma bırakıyorum.
Endişelerimi biraz olsun açabildim umarım.
Gültekin beyin, Gülay hanımın “polemiğine” konu edilen makalesinin başlangıcında kaleme aldığı husus gözardı etmesi veya tam idrak edememesi nedeniyle, bahsekonu ettiği bu yazısı sebebiyle fazladan hırpalandığını zannediyoruz; Gültekin bey, “Gazetecilikle suçun ayrıldığı nokta” başlıklı makalesinin girişinde şunları yazarak, makalesinin “eksenini” ortaya koyuyordu aslında:
“-Hep gazeteci olmak istemiştim. Ama kaderin rüzgârları ummadığım yönlerden esti.
16 yıl Cumhuriyet Savcılığı yaptım. İstemeden de pek çok soruşturma açmak zorunda kaldım. Çünkü benim fikrim değil, TCK, CMK ve Basın Kanunu gibi mevzuatın emrettiğiydi önemli olan

Dikkat ettiyseniz, savcılık yaptığı dönemlerde de mesleki olarak kendisini “enterese” eden tek hususun “TCK, CMK ve Basın Kanunu gibi MEVZUAT” olduğunu açıkça yazmakta Gültekin bey; yani emekli savcı, yeni gazeteci Gültekin bey (işte bir muamma daha, Gültekin beye “gazeteci” denilebilir mi veya sadece “makele yazarı” mı denmesi makul veya ikisi arasında ne gibi FARKLAR vardır “kağıt” (veya “byt’lar üzerine) yazma hususunda?) “gazetecilik” ve “suç” konusu hakkında Gülay hanımın fazladan hırpalamasına maruz kaldığı fikirlerini yazarken mihenk aldığı hususun “TCK, CMK, Basın kanunu ve benzeri MEVZUATLAR” olduğunu, MER’İ KANUNLARI DİKKATE ALDIĞINI apaçık yazmakta.
O halde Gülay hanımın ASLINDA hırpaladığı, Gültekin bey değil, MER’İ KANUNLAR ve o ZİHNİYET!
Gültekin bey tamamen “savcı zihniyeti” ile “gazetecilik” mesleğine yanaştığından-bir savcının, gazetecilik mesleğinin “ilkeleri” ile değil “TCK, CMK, Basın kanunu ve benzeri mevzuatlar”la işini yaptığını söylemekte.
Aslında burada dikkate alınması gereken bir nokta da “yazılan” kadar “yazan”dır da; Gültekin bey nasıl 16 senelik mesleki alışkanlıkla diyelim MER’İ KANUNLARIN DIŞINDA düşünemiyorsa, Gülay hanım da, uzun yıllar içinde yeraldığı, tabiri caizse beynindeki her hücreye işleyen “STALİNİST ANLAYIŞ”dan ‘90’ların ortalarına doğru “halas” olmasının –sanki!- “dayanılmaz ağırlığı” ile, bu “baskıcı-diktacı zihniyet”in (siyah) tam karşısında bulunan –“sol” terminolojideki anlamıyla- “LİBERALİZME” (beyaz) varması ve orasını da “eski” durumu düşünerek “barınılacak-sarınalacak SON KALE olarak benimseyip   “kanının son damlasına kadar müdaafa azmi”nde olduğundan, “baskıcı zihniyete” dair en küçük bir emare gördüğünde “kırmızı görmüş boğa” haline gelmektedir.
Bu “anlaşılabilir” bir hususdur.
Anlaşılabilen, anlaşılması gereken bir başka husus da, “liberallerle muhafazakarların anlaşması-ittifağı”  diye bilinen “imzasız akidnamenin” temelinin iki tarafında MER’İ KANUNLARI “genişletme” azimlerinin sebebi: Birisi Stalinizm diğeri “kemalizm kabusundan” uyanmış, daha tabii bir şey olamaz herhalde ve daha tabii olan bir başka husus da bu “imzasız akidname”de “dominant” unsurun, -gözle görülebilecek kadar açıktır-  “muhafazakarlar” değil, “SOL LİBERALLER” olduğudur.

“İHTİLALCİ-YIKICI FİKİR” EKSİKLİĞİ

Neden?
“Neden”, Salih Mirzabeyoğlu beyin, 1990 senesinde, şimdi “sol liberal” cenahda yeralan Ruşen Çakır’a verdiği ve “Nokta” dergisinde yayınlanan mülakatında (“islamcı camiadaki “yavaşlık”, “hareketsizlik”, “aksiyondan uzak kalma”nın sebebi nedir, sorusuna verdiği cevap olarak söylediği), “İHTİLALCİ FİKİRLERİN YENİ OLMASI”dır; takdir edersiniz ki 21 sene geçmiş cevap üzerinden ve şu satırları yazarken hala Salih beyin cevabını “referans” veriyorsak, bu “intihalciliğimizden” değil, cevapsızlığımızdan, vak’anın hala aynı olmasından ötürüdür:
Geçenlerde vefat eden merhum Erbakan, ardından ortaya çıkan merhum Özal’la şimdi –kavram olarak- “muhafazakarlaştırılan İslamcılar”, kelimenin tam anlamıyla REJİME YEDEKLENMİŞ ve EHLİLEŞTİRİLMİŞlerdir.  
Üstüne bir de “korku imparatorluğu” kurularak “baskı” da yerleştirilince, “islamcılık”dan “muhafazakarlığa” EVRİLME (esli lisanla yazarsak “inkılap” veya “yedeklenme”ye çok daha makul bir karşılık olarak –bir ‘i’ farkıyla- “inkİlap” etme daha da anlamlı bir isimlendirme olacaktır belki “evrilme”den.) MÜTEKAMİLEN başlatılmıştır.
Dikkat ediniz, eskinin “Akıncıları” veya “MTTB”lileri veyahut “Ülkücüleri”, yani “sokağa”, “silaha” pek uzak olmayan bu insanlar yukarıdaki “TRANSFORMASYON” ile bir anda “muhafazakar” hale gelmiş, SİSTEMİN BEKASI (ama elbette EVRİLME-DEĞİŞİM ile payidar” olabilmesi) için, dün “kara” dediklerine bugün “beyaz” demeye başla(tıl)mışlardır.
Dedikleri yerde de “ikballeri” açılmış “istikballeri” ortaya çıkmıştır. Fakat, bu “ikbal ve istikbal” “evrilme” veya “inkIlap-inkİlap” ile gerçekleştiğinden “güç”ünü KENDİNDEN değil DIŞ’ARIDAN almış, -en güzel misal Avrupa Birliği’ne olan “destek”dir, “totalizimden kurtulmak için AB’ye girmeli, onun mevzuatını kabul etmeliyiz” sözleri apaçık söylenmiştir,- kısaca YÖNLENDİRME ile gerçekleştiğinden DOMİNANT OLAMAMIŞTIR; Salih Mirzabeyoğlu’nun “ihtilalci fikirlerin yeni olması” meselesi de burada MİHENKTİR işte.
“İhtilalci fikir” denilince de işin “silah” tarafı olduğu “zannı” bir kenara, “ihtilal”in YIKICI olması ve eski yerine YENİ-FARKLI FİKİR teşekkülü anlaşılamaması bir sorun’dur; ihtilal’in her zaman evrilme’nin (bir  nevi inkİlap) zıddı olduğu ve her zaman peşisıra İNKILAP’ın gelmesi gerektiği de…
Leninist-Stalinist terminolojinin hakim olduğu bir ülkede yaşadığımız görüldüğü gibi apaçıktır; sözgelimi, ÖLÜMSÜZ NECİP FAZIL’ın ortaya koyduğu BÜYÜK DOĞU İDEOLOJİSİ “İHTİLALCİ” BİR İDEOLOJİDİR; hem müesses nizam açısından hem de içinden çıktığı İslamcı “camia” açısından, MEVCUT ZİHNİYETİ YIKIP YERİNE YENİ’Yİ İNŞA ETME İRADESİ bakımından…

YIKILACAK OLANI MÜDAFAA

Hem BD-Necip Fazıl’ın hem İbda-Salih Mirzabeyoğlu’nun devamlı olarak “dünya görüşü gerekliliği” üzerinde durmaları (ve bunu pratik olarak da göstermeleri) ama bunun ANLAŞILAMAMASI, en basitinden işte şu yukarıda Gülay hanım ile Gültekin bey arasındaki “polemiğin”  nefes almasına sebeb oluyor.
Gülay hanımın “dünya görüşü”nden KAÇMASINI, geçmiş “stalinist pratik” sebebiyle anlamak bir derece mümkün (pireye kızıp yorgan yakmak, olarak) ama Gültekin beyin, dolaştığı yerlerin “muhafazakar mahalle” olması ve illa ki bir “proje-reçete” veya “kanun-mevzuat” durmasına rağmen, kelimeler veya YIKILMASI GEREKLİ OLDUĞU APAÇIK MEVZUATLAR üzerinden hududları belirsiz bile olsa fikirlerini kalemle anlatanların da “terörist” olarak değerlendirilebileceğine vurgu yapması anlaşılabilir gibi değil.
Gültekin bey 12 Eylül referandumunda “evet” oyu verdi (görmedik elbette ama öyle olduğuna dair “kuvvetli şüphelerimiz” var), ve “evet”ler sayesinde birtakım MEVZUAT DEĞİŞTİ; o halde HER AN DEĞİŞTİRİLEBİLECEK MEVZUAT ÜZERİNDEN birilerini “terörist” olarak görmek aslında 12 eylül referandumunda “evet” denmesine KARŞI ÇIKMAK değil midir?
Üstelik seçimlerden sonra YENİ ANAYASA ÇALIŞMALARININ başlayacağı, bugün meri olan birçok kanun, mevzuatın kısa bir süre sonrasında hayatda olamayacağı da ortadadayken?
Mer’i kanunlarımızın en büyük “özelliği”, KAYPAK OLMASIDIR; kanunlarda öyle kelime ve cümleler kullanılmıştır ki, ADAMA GÖRE MUAMELENİN yolunu açıcıdır, aynı suçu işlediği iddiasıyla iki kişi gözaltına alınır, Gültekin beyin dediği gibi “Soruşturacağınız kişi askermiş, siyasiymiş, gazeteciymiş, itibarlı bir elitmiş, iyi çocuk olup asla suç işlemezmiş... Bunlar önemli değil demişlerdi bize.”, denilir  ama fakat herzsaman öyle olmaz, bir kelime ile birisini cezaevine gönderir, diğerini serbest bırakırsınız.
Yok mu böyle örnekler?

KANUNUN ÖNÜNDE HERKES EŞİT

Gülay hanım ve Gültekin beyin polemiğinin sebebi olan “ergenekon davaları”nda bulardan çok görüldü. Gültekin bey, davanın “temelinin” Tuncay Güney’in 2001 senesinde organize şubedeki “mülakatını” muhakkak okumuştur, orada Güney’in ismini bahsettiği neredeyse herkes şu anda sanıktır ama mesela Fetulah gülen, Hüseyin Gülerce, Ethem Sancak sanık değildir.
Ethem Sancak burada bir başka mesele açısından da önemlidir.
“Odatv”nin sahibi olan Soner yalçın’ın eski bir Aydınlıkçı olduğu malumdur, ardından ayrılmış, Doğan grubunda çalışmaya başlamış, hem orada hem de –eski- haberturk.com’daki yazılarında Perinçek ve ekibine kelimenin tam anlamıyla “saldırmıştır”. Elbette aynısını Aydınlıkçılar da yapmışlar, hem Cem Ersever kitabının kendi arşivlerinden “çalındığını” söyleyerek “hırsız” demişler hem de onun “Teşkilatın iki şilahşörü” kitabının “yalanlarla dolu olduğunu” üstelik de aynı kulvarda kitaplar yazmış olan Tuncay Özkan’la röportaj yaparak gündeme getirmişlerdir. 
Fakat “Ergenekon”la birlikte, Perinçek’i zikretmese de, davanın kendi içindeki tenakuzları, yanlışlıkları üzerine (abartısı çok bol) yayınlara başlamış ve “DOLAYLI OLARAK da Perinçek’in yanında yeralmıştır.
Bu “durum”, “işte Ergenekonun ne biçim bir örgüt olduğunu” kimilerinin nezdinde ortaya koymuştur; “ne kadar ayrı olsalar da, işte bunların hedefleri bir” denmesine sebeb olmuştur.
Bu denilenler üzerinde duracak değiliz, üzerinde durduğumuz, aynı şekilde Ethem Sancak’ın üzerine niye gidilmediği?
Öyle ya, Ethem Sancak, Güney’in “mülakatı”nda ismi geçiyor diye ifadesi alındı ama tutuklanmadı, üstelik “finansör” olarak da ismi geçiyordu, niye? Eskiden yasadışı terör örgütü TİİKP’nin “üyesiymiş” ama sonra “ayrılmış”, onun için ve fazladan bir delil de bulunmadığından tutuklanmamış; açıklama bu!
Oysa!
“Kuvvetli şüphe” olarak bakıldığında, Sancak’ın “grubu”nun ismi KOZA GRUB; bu isim, “Koza” ismi, Doğu Perinçek’in, ’80 sonrası, içeriden çıktıkdan sonra “mali aparatı” olan Ethem Sancak’a, (eniştesi ile birlikte), örgüte mali kaynak oluşturmak için KURDURDUĞU “KOZA ECZA DEPOSU”ndan gelmekte, yani, Sancak, Perinçek’in kurdurduğu şirketin ismini –nasıl bir hatırası varsa- bugün ana şirketinin ismi yapıyor.
Bu kadarla da değil!
Eşi, İpek hanım, ki “eski” TİİKP’lidir o da, hem o günlerde hem de şimdi, şu anda, Silivri’de duruşmalara girerek Perinçek’in avukatlığını yapmakta!
Hukuki “terminoloji” ile nasıl denilir bilemeyiz ama Sancak ailesi ile Perinçek arasında İRTİBAT HALEN DEVAM ETMEKTEDİR görüldüğü üzere. Üstelik, Ethem Sancak’ın, Başbakan’ın hanımı Emine Erdoğan ile de “hastahane” işinde ortaklığı olduğunu düşünürsek!?
“Gizli bilgi transferi” de mümkün değil mi?
İpek Sancak hanım, Perinçek’in, “biz buraya AKP ve Cemaat muhalifi olduğumuzdan tıkıldık” anafikrindeki savunmasını da, AKP ve cemaat ile TİCARİ İLİŞKİ İÇİNDE BULUNANAN VE HER AKŞAM AYNI EVİ PAYLAŞTIKLARI KOCASI ETHEM SANCAK’a rağmen duruşmalarda “savunmaktadır!”
Ethem bey ve İpek hanımın Silivri’de yargılanmaları gerektiğini söylemiyoruz, fakat bu kadar “ince irtibat” ortadayken (ki bir “incelik” de şuradadır, bahsettiğimiz bu hususlarda ne Aydınlık ne odatv ne de Başbakanlık gıkını çıkarmamaktadır) hiçbir zaman, hiçbir şekilde silemeyeceğiniz-boşaltamayacağınız evinizdeki “çöp sepeti”nin “bilgisayar”ınızdaki karşılığı “programı” içinde bulunmuş “belge ve .doc file”larla insanları “kuvvetli şüphe” gibi KAYPAK kelimeleri kullanarak “içeriye” almayı bir kenara bırakalım,  “terörist” diye damgalamak nasıl bir mantıkdır, anlamak oldukça ve oldukça fazla zor!
İşte Gülay hanım da bunun üzerinde, “kelimeler üzerinde” duruyor ve diyor ki:
“-. Örgüt üyeliği ancak açık talimat ilişkisi ortaya konulabilirse ispatlanmış olur. Eğer üyelik iddiası telkin, arzu, tavsiye gibi muğlak, keyfi, yoruma bağlı kavramlara bağlanacaksa, somut biçimde ispatlanması son derece zor bu kavramlara dayanarak gazeteci örgüt üyeliği ile suçlanacaksa, işimiz gerçekten zor demektir.
Yazımı Gültekin Avcı'nın yazısından son bir alıntıyla bitireyim:
"Basın özgürlüğü basın faaliyetlerinin dolaylı olarak illegal gruplara peşkeş çekilmesine izin vermez. Yani basın özgürlüğü 'dolaylı terörizm"i korumaz. Basın özgürlüğü yazılı ve görsel çetecilik ve terör özgürlüğü değildir."
Basın faaliyetinin dolaylı olarak illegal gruplara peşkeş çekilmesi ne demek?
Yazılan haber ve yorumların illegal grupların çıkarlarıyla paralellik gösterdiği, yani dolaylı olarak illegal grubun işine yaradığı her noktada gazeteci yargılanacak demek...
Paragrafta yer alan "dolaylı terörizm", "yazılı ve görsel çetecilik" gibi vahim tanımlamaların değerlendirmesini de siz okurlarıma bırakıyorum.
Endişelerimi biraz olsun açabildim umarım.
Mevzuatda geçip geçmediğini bilmediğimiz, geçiyorsa  tam üstüne KAYPAK damgasını vuracağımız “dolaylı terörizm”, “tavsiye”, “arzu” gibi kelimelerle insanları ve faaliyetlerini “terörizm-terörist” olarak damgalamak, afişe etmek YIKILMASININ VAKTİ ÇOKTAN GEÇMİŞ KANUNLAR eşliğinde YASAL olsa da İNSANİ olduğu şüphelidir.
İşte tam da bu nokta, Gültekin beyin umuru içinde olsa gerek.

“YENİ DALLAMALAR SINIFI”

Yeni Şafak gazetesi yazarı Salih Tuna,İçinden geldiğim "camiayı" tanımakta her geçen gün zorluk çekiyorum. "İslamcı" arkadaşlarımız meğer kallavi muhafazakarlarmış. "Takva" zannettiğimiz o halleri de yoksulluktan ibaretmiş. Parayı pulu bulduklarında anında "Vınnn Şinasi" oldular. diyerek başladığı “BOŞ VER İTİ“ başlıklı yazısında bakın ne söylüyor:
“-"Muhalefet şerhi" babından üç beş aykırı kelam etsek şappadak kaşlarını çatıyorlar.
"Nefs muhasebesine" bile tahammülleri kalmadı.
Yapıp ettiklerini "öteki"nin üzerinden meşrulaştırmaya öyle alıştılar ki;

"Onlar nefs muhasebesi yapmışlar mıydı ki biz de yapalım..."

demelerine ramak kaldı.
Ömer Muhtar gibi "Onlar bizim hocalarımız değil" desek ne fayda!
Zira...
Onlarla "bunlar" arasındaki farklar gitgide belirsizleşmeye başladı.
Bunlar, yani, "yeni sınıfın yeni dallamaları."
Riya, kibir, israf gani; züht, takva, infak hak getire.
Hem gitgide onlara benziyorlar, hem de onlarla kıyasıya "kavga" ediyorlar!
Hiç insan kavga ettiğine bu kadar benzemeye çalışır mı?
Bu nasıl bir kavga?
"Yeni sınıfın yeni dallamaları" hiçbir şey sormadan sorgulamadan biteviye yumruk sallamamızı istiyor.
Necip Fazıl'ın "Reis Bey"ini çağrıştırırcasına, merhameti olmayanın adaletinden ne çıkar deseniz nafile.
Haksızlık yapılmasından korktuğunuz kim varsa (kazandıklarını korumak içgüdüsüyle) "Boş ver iti" diye kestirip atıyorlar.
Bizden de, toplandıkları "terörist evi"nin önünde infaza alkış tutan vatandaşlar gibi olmamızı istiyorlar.
Yollarına çıkan "engelleri" kalemlerimizle yıkmaya çalışmazsak, gerektiğinde bel altı vurmazsak yüzümüze bakmazlar.
Bakanlar da tuhaf tuhaf bakıyorlar zaten:
"Ne demek sözün namusu?.."
"Sözün itibarı ne demek?.."
Halbuki bir "dava"sı olan adam, söyleyeceği sözün itibarını her halükarda korumayı bilen adamdır.
Sözümüzün değerinden başka kaybedecek neyimiz var?
"Yüce Önderimiz" sormuştu: "Ben size şu dağın arkasından düşman geliyor desem inanır mısınız?"
Mekkeli müşrikler hiç düşünmeden "Evet, inanırız" demişlerdi,

"Sen aramızda doğruluğun, dürüstlüğün mücessem timsâlisin. Sen Muhammed'ül Emin'sin..."
Budur.
"Dava adamı" olmak seni "hicret" etmeye zorlayanların gözünde bile "emin" olmaktır.
Yoksa...
Seni öldürmeye gelen sende nasıl dirilebilir ki?!
Hey gidi günler hey!
"Yeni sınıfın yeni dallamaları" da bir vakitler dava adamıydı.
Davalarını ya bozdurup harcadılar ya da tahvillere, banka hesaplarına yatırdılar.
Biz burada böyle kalakaldık; "sözlerimizle" baş başa!..
Bırakın “söz namusu”, “sözün itibarı”nı, Salih Tuna beyin bahsettiği “eski islamcı yeni muhafazakar” yani “YENİ DALLAMALAR SINIFI”, onca yaptıkları (“boş ver iti”) işlerle Türkiye kamuoyuna, yıllarca aynı şekilde (en basitinden 28 Şubat döneminde) davrananlara koz verdiler, “İTİBARSIZLAŞTIRMA” diye bir kavramı en son kullanacak olanlara devrettiler.
Öyle ya, en basitinden “nikahında” bulunan birisiyle kapısı kırılarak afişe edilen Müslüm Gündüz beyin hali “itibarsızlaştrıma” değil miydi, bunları yapanlar da şimdi “bu bir itibarsızlaştırma operasyonudur” diyerek zeytinyağı gibi üstte çıkmaya kalışanlar değil miydi?
Ama Salih Tuna beyin dediği gibi “YENI DALLAMALAR” yüzünden artık “koz” İNKAR EDİLEMEYECEK ŞEKİLDE onların eline geçti!
Mesela ne savcı Öz’ün ne mahkeme başkanının yüzüne bile bakmadığı ve üstelik “yapmadıklarını söyleyerek suç işliyorsun” diyerek ihtar verdikleri Kuvay-ı Milliye 1919 Derneği ile irtibatlı olarak Ergenekon davasında tutuklanan ve ardından 60. Celsede serbest bırakılan Erol Ölmez’in “masallarını”, “dehşet ifadeleri” manşetiyle iki sene sonra –itibarsızlaştırmaya en çok muhatab olmuşlardan bir kurum olan- Akit gazetesinde sanki yeniymiş gibi yayınlamak ne demektir?
Bu, öncelikle Ergenekon davalarını sadece iddianamaleri, (artık o okuma da ne kadarsa), belli bazı gazetelerin, websitelerinin “yayınları” ile “okuyarak” ama zanlıların ne dediklerine, ithamlara karşı ne cevap verdiklerine “kulak tıkayarak” yayın yapmak demek değil midir? Şimdi bu anda birileri çıkıp da “ititbarsızlaştırma yapıyorlar, yalan söylüyorlar” dese, kim haklı?
Öyleyse, ARAŞTIRMADAN, üstelik YIKILMASI İSTENEN “kanun ve mevzuatlar çerçevesinde” makaleler yazmak, Ergenekon veya “hayatın olağan akışı” içindeki herhangi bir “olgu-olay”a yanaşmak hem “iç tenakuz”dur hem yıkılmasını-değişmesini istediğini savunmaktır, hem “adama göre muamale”dir hem de kendini ve karşındaki “ititbarsızlaştırma operasyonu”dur!
Gülay hanımın, “kanunlar ve mevzuatlar çerçevesinde konuyu değerlendiren” Gültekin beye karşı yazdıkları bu açıdan YERİNDEDİR.
Fakat Gültekin bey, bir gün sonra yazdığı ve Yazılarını beğeni ile takip ettiğim Gülay Göktürk dünkü yazısında, gazetecilikle illegal örgüt faaliyetinin sınırlarıyla ilgili endişelerini izhar ediyor. Benim daha önce basın özgürlüğü ve suç ayrımı üzerine kaleme aldığım iki yazımdan bazı kelimeleri eleştiri konusu yapıyor. Ancak bu tepkisini hukukçu olmamasına bağlıyorum.” diyerek başladığı  “Basın özgürlüğü terör suçuna alet edilemez isimli makalesinde Gülay hanımın “mantalitesini” ANLAMADIĞINI (ve yıllarca içinde yaşadığı, “çektiği” “Stalinist zihniyete”-bürokratik zor’lamaya/diktaya olan HINCINI da bilmeden üstelik) ortaya koyarcasına ve Gülay hanımın dediklerini aslında DOĞRULARCASINA ve artık “kanun ve mevzuat eleştirisi”nden ziyade KENDİSİNE YÖNELİK eleştirileri, zihniyetinin “kanun ve mevzuatlarla yoğrulduğunu” ortaya koyarcasına kalem oynatıyor.
Analizimizin başında bahsettiğimiz “…“imzasız akidname”de “dominant” unsurun, -gözle görülebilecek kadar açıktır-  “muhafazakarlar” değil, “SOL LİBERALLER” olduğu” vurgumuzu da doğruluyor.
Gültekin bey, “değişim” yanlısıdır, evet, elbette 12 eylük referandumunda “anayasanın bazı maddelerinin değişmesine” de “evet” demiştir ama o ÖNÜNE KONULANLA YETİNEN, değişmesi önüne getirilmeyen hiçbir şeyi, apaçıktır ki ne olursa olsun bu, değişmesi gerektiğini belki söyleyebilirse de, yürürlükte olduğundan KABUL EDEN ve zıddına TEK CÜMLE ETTİRMEYEN bir zihniyet sahibidir.
Bu biçimiyle de yine başlangıçda bahsettiğimiz EHLİLEŞTİRME kavramının da “periferisinde” dolaşmaktadır.

ZIDLAR BİRBİRİNİ ÇEKER

Yani MUHAFAZA’CIDIR; MUHAFAZAKARDIR; belki üç-beş gün sonra bir anda, ismi “Meclis” olan bir binada, toplanmış 550 kişi (bu sayı da muğlaktır, malumdur ki önceden 450 idi, şimdi de sayı olarak farklı rakamlar telaffuz ediliyor ve üstelik hükümet, bütün bu “Meclis sistemi”ni “yıkıp” yerine “Başkanlık Sistemi”ni, tabii olarak “Temsilci” ve “Senato” gibi “farklı”-“yeni” bir şeyi getirebileceğini teleffuz ediyor, yani herşey ama herşey bir anda değişebilir) “Meclis Amirleri”nin gözetiminde ellerini kaldırarak şimdi Gültekin beyin “MUHAFAZA” ettiği “şeyi” YIKACAK, yerine YENİSİNİ getirecek, ama bu önemli değildir, önemli olan YÜRÜRLÜKTE OLANDIR; ne kadar tenkid edilirse edilsin, zararlı, hatalı olduğu bilinirse bilinsin “KANUN VE MEVZUAT MUHAFAZASINA DEVAM” demektedir.
Bakın nasıl:
“-(Gülay Göktürk’ün) tepkisini hukukçu olmamasına bağlıyorum.
Öncelikle, teknik bir konu olmakla birlikte kaçınılmaz olarak üç kanun maddesine dikkatini çekmek isterim:
"...belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur."
"Terör örgütüne üye olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır ve örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar."
"Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dâhil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır."
İlk ikisi Terörle Mücadele Kanunu'nun 2. maddesinden.
Sonuncusu TCK 220. maddeden.
Savcı soruştururken bu hükümleri gözetmek ve bunların ışığında düşünmek zorunda.
Sadece savcı değil mahkeme de aynı şekilde.
Yukarıdaki hükümler çerçevesinde illegal örgütün illegal amaçlarıyla gazetecilik faaliyeti birleşirse veya paralellik arz ederse, savcı bunu soruşturmak zorundadır.
Yani sizin dediğiniz gibi 'talimat' şart değil.
Açık talimatı nereden çıkardınız bilmiyorum.
Gördüğünüz gibi bazen 'örgüte üye olmak' bile şart değil.
Takıldığınız telkin ve tavsiyeye bile gerek kalmaz bazen.
Basın faaliyetinin amacı, illegal bir yapının amacıyla örtüşmemeli.
Hukukçu değiliz; fakat senelerdir “hukuki sorunlarla” hemhal olduğumuzdan mektebine gitmesek, meslek olarak seçmesek de hukuk kitabı hatmettik, yayınlamadığımız “milli ve milletlerarası hukuka” dair karalamalarımız da var, öyle ki, tam bir makaleyi kanunun filanca maddesine nazaran bitiyoruz, hükümet bir karar alıyor, filanca maddeyi değiştiriyor, bu sefer bütün makalenin şirazesi kaçıyor, tekrar yazmak zorunda kalıyoruz, elbette makaleler demeti olduğundan yazdıklarımız irtibatlı olanları da değiştiemek zorunda da kalıyoruz, böyle nahoş hatırlarımız da mevcut, belki “hukuk”la alakalı kitapları sadece mektebde okumuş ardından da göreve başladıklarında “kanun ve mevzuat maymunu” haline döndürülmüş olanlardan fazlaca hukukla hemhalizdir kısaca ve bu noktada Gültekin beyin, “(Gülay Göktürk’ün) tepkisini hukukçu olmamasına bağlıyorum.cümlesi ile ardından gelen “teknik bir konu” vurgulamasını “meslek fetişizmi”ne bağlıyorum “kibarca”…
Gültekin beyin, yarın yıkılıp-yırtılıp çöpe atılacak TCK’daki kanunlarla sınırlı olan zihniyetinin eseri olan şu cümleler “dehşet ifadeler”dir:
“-Yukarıdaki (Terörle Mücadele Kanunu'nun 2. ve  TCK 220. maddesi) hükümler çerçevesinde illegal örgütün illegal amaçlarıyla gazetecilik faaliyeti birleşirse veya paralellik arz ederse, savcı bunu soruşturmak zorundadır.
Yani sizin dediğiniz gibi 'talimat' şart değil.
Açık talimatı nereden çıkardınız bilmiyorum.
Gördüğünüz gibi bazen 'örgüte üye olmak' bile şart değil.
Takıldığınız telkin ve tavsiyeye bile gerek kalmaz bazen.
Basın faaliyetinin amacı, illegal bir yapının amacıyla örtüşmemeli.
Çünkü kanunlarımız illegal bir amacı meşru görmüyor.
Basın faaliyetinin amacı illegalse (Anayasa 26, 27, 28) suçtur.
Bu suç illegal bir odağın telkin, tavsiye ve arzularıyla yapılıyorsa (özellikle bu görünümde istikrar varsa) gazetecilik değil illegal örgütsel faaliyet vardır
Mesela, “F Tipi cezaevleri” meselesi; ilk ortaya çıktığında, 2000’in başında Metris’de İbda tutuklularına “Noel Baba Operasyonu”, aynı senenin sonunda da yirmi civarında şehirdeki cezaevlerinde sosyalistlere karşı “Hayata Dönüş Operasyonu” gerçekleştirilmiş, tutuklular “F Tipi”nin “insanlık haysiyetiyle uyuşmadığını, cezanın işkence haline dönüştürülmesi” olduğu iddiasıyla bu operasyonlara karşı çıkmışlar, ölü ve yaralı vererek “koğuş”dan “hücre”ye tıkılmışlardı.
”Örgütler”in propagandası, “hücre tipi”nin insanlık dışı olduğuydu ve geçen yıllarda bunu sadece sadece onlar söylemedi, birçok gazeteci, hukukçu, meslek sahibi, bürokrat vs. tekrarlar oldular.
TMK’daki “amaçlar” kelimesinde ortaklaştılar; örgütlerin de “örgüt mensubu olmayan”ların da fikri aynılaştı, şimdi İNSANLIK DIŞI BİR OLAYA TEPKİLERDE BİRLEŞTİLER diye örgüt mensubu olmayan bu insanları örgüt üyeliğinden yargılamak MANTIKLI MI, İNSANİ Mİ; “kanuni mi?” diye sormuyoruz, görüleceği üzere “kanuni” fakat ama KİMSE DE YARGILANMADI ve NEDEN?
Gültekin bey, bunun cevabını, yargılanmamalarının cevabını verebilir mi?
Yine, BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ…
Bilindiği üzere en son AKP ve MHP’nin beceriksizce hazırladığı bir kanunu Anayasa Mahkemesi’nin reddetmesiyle, eskiden hiç değilse mevzuatın bazı açıklarına dayanılan “okullara başörtüsü ile girme” meselesi (diye de sınırlandırılan ama aslında başörtüsünün hayatın her alanına-devletin içine girmesine engel olunduğu besbellidir) tamamen rafa kaldırıldı ve “defter kanuni olarak kapandı”…
Şu anda başörtülü olarak okula girmek-girmeye çabalamak “kanun dışı”dır. Ancak, Başbakan Erdoğan’ın söylediği gibi “filli durum” haliyle ünüversitelerde başörtülüler okuyabilmektedir.
Buna karşılık da YÖK Bakanının bu kanunsuzluğa izin vermesi sebebiyle hakkında soruşturma açılmıştır. Yargıtay’ın verdiği bir kararla da yargılanmasının önü açılmıştır.
Soru çok açık: Gültekin bey şu halde kimin yanında yeralır? Gülay hanımı sormuyoruz, onun YÖK Başkanının yanında yeralacağı, aldığı bilinen bir husus, ama kendisine “MER’İ KANUNLARI REFERANS” alan Gültekin beyin bu duruma vereceği cevabın ne olduğunu merak ediyoruz.
Elbette, “başörtüsü” gibi bir mesele üzerinde, yerini YÖK Başkanının yanında tayin edebilir ama o zaman polemiğin ana temasından kaymış ve eyyami bir tavır takınmış olmaz mı?
İşte bizim “imzasız akidname”de “dominant” unsurun, -gözle görülebilecek kadar açıktır-  “muhafazakarlar” değil, “SOL LİBERALLER” olduğudur sözümüzün temeli de bu tipden TENAKUZLU TAVIRLARDIR.
Demokrasinin-demokratın “muhafazakarı-mezhebi genişi” olmaz!
Olursa, böyle nitelenirse eğer, eski Yargıtay Başsavcıs Vural Savaş’a niye karşı çıkılır?
Malumdur ki, “MİLİTAN DEMOKRASİ” diye bir kavramı memleket irfanına kazandırdı Vural bey, demokrasiyi katletme pahasına, ama Gültekin beyin “muhafazakar demokrasi” kavramı ve bu anlayışıyla gelip de oturacağı yer, “imzasız akidname” ortağı Gülay hanım değil fırsat bulsa herzaman “dört duvar içinde” yaşatacak olan Vural Savaş’ın hemen yanıdır.
Bazı mahfillerde teleffuz edilen “DİNCİ 28 ŞUBAT SÜRECİ” ibarelerinin ortaya çıkmasının nedeni de budur.
Nasıl ki Vural Savaş ve zihniyeti “kurallar ve kanunlar dolusu mevzuat” diyor ve her türlü fikir ve söz söyleme hakkını “felanca maddeye aykırılık” iddiasıyla mahkemeye taşıyorsa, Gülay hanımın, “fikir ve söze kelepçe ile hudud vurulamaz” demesindeki “demokrasi savunusu” bunlaraa “demokratik” bir karşı çıkış ise, Gültekin beyin, Vural beyin egemen olduğu dönemdeki “zihniyetinin” paraleli olan “kanun ve mevzuatlar efendim” tarzındaki davranışı da “muhafaza” edilenin (“boş ver iti” bağlamında) “demokrasi ve demokratik hak ve özgürlükler” değil, “hakim olma zihniyeti” veya “şımarıklığı”dır ki, buradaki maske tıpkı Vural beyin kullandığı gibi “demokrasi”dir.
Görevden ayrılma şekline üzüldüğümüz, yazılarını, röportajlarını bazen beğenerek bazen birkaç noktada tenkjid ederek takip ettiğimiz bir hukuk adamı olan Gültekin beyin Basın özgürlüğünü illegal yapıların sabote etmesine izin vermemeliyiz.diyerek, -nedense- “Red Dawn, Partinin Sesi” isimli yayınları örnek vererek MLKP isimli İLLEGAL ÖRGÜTÜ misal vermesini anlamakda da zorlanıyoruz.
Gültekin bey, bu örgütün bahsi geçen isimlerini vererek diyor ki, “Mesela illegal MLKP'nin Red Dawn, Partinin Sesi gibi yayınları sadece basın faaliyetidir. Ama suçtur.Bu yayınları yapanlar, basın kanadında, ellerinde kalem var silah yok. Çünkü yayın illegal terör örgütünün emel ve hedefleriyle birleşmiş durumda.
Yaygın bir kavram olan “empati”; veya Nasreddin hocamın asırlar önceden bize öğütlediği “bana ağaçtan düşen birini bulun, derdimden o anlar” hikmeti ile bakılırsa, Gültekin beyin ne kadar HATALI olduğu kendisinin de kabul edeceği bir şekilde ortaya çıkacaktır aslında şu yukarıdaki ifadeler bağlamında.
Öncelikle, bahsi geçen örgüt “komunizm” yanlısı bir örgüt, “Leninist örgütlenme”yi kendine ilke edinmiş ve legal-kanuni örgütlenmesinin yanında illegal-kanundışı örgütlenmesini de gerçekleştirmiştir.
Gültekin beyin saydıkları “parti organı” olsa gerek, oysa o kadar uzağa gitmesine gerek yok, herhangi bir gazete bayiine giderek “Atılım gazetesi”ni istese, MLKP’nin KANUNİ YAYIN ORGANINI da görecektir.
Burda karıştırılan husus, hiçbir demokrat “Red Dawn, Partinin Sesi” gibi İLLEGAL YAYINLARIN illegal olmasının nedeni olarak “demokrasi”yi görmez, ama “gördüğünü” zannetmektir.
“Leninist örgütlenme” gereği memlekete istenildiği kadar “basın ve fikir özgürlüğü” olsun, o yayınların legal olarak yayını GERÇEKLEŞEMEZ. (Aynı şekilde “MLKP” de böyledir, bu şekilde değerlendirilmelidir.) Bunun önündeki engel “demokratik sıkıntı” değil sadece ve sadece örgütün seçtiği örgütlenme biçimidir. Yani Gültekin beyin verdiği misal, misal değildir.
Fakat “Atılım gazetesi” ayrıdır, kanuni bir yayındır, elbetteki kanunlara riayet etmekle mükellefdir, bilinen ifadelerle yazarsak, “şiddeti, silahi teşvik etmiyorsa” eğer, fikri olarak her türlü yayın yapmasında özgürdür, özgür olmalıdır.
Burada bir hususu da belirtmek gerekiyor. Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü olarak sadece “odatv” veya Balbay-Özkan ikilisi bulunmamakta, yukarıda bahsettiğimiz “Atılım”  çizgisindeki gazete ve dergilerin muhabir, sahip veya yazıişleri müdürleri de yatmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın bahsettiği gibi, “onlar gazeteci olmaktan değil terör örgütü olmakdan hapisteler” sözü, sadece bir sayıklamadır.
Ferhan Şensoy’un “Pardon” filminde olduğu gibi işlemediği suçla itham edilerek veya Hanefi Avcı’nın “1998’e kadar meşru olan soruşturma yöntemi” ile yani işkence ile alınan ifadelerin neticesinde yapılan “samimi itiraflarla” cezaevlerine tıkılan ama  apaçıktır ki sadece YAZI YAZMASINI ENGELLEMEK anlamındaki “uygulamalarla” içeri “tıkılanlar”dır Tayyip beyin “sayıklamasında” geçen “gazeteciler”…
Nasreddin hocamızın hikmetine dönersek, bu memlekette bir dönem Kur’an-ı Kerim okunması, Risaleler’in bulundurulması da yasaktı, insanlar dövülüyor, zindanlara atılıyor, sürgün ediliyorlardı. Bunun yanında, (daha geniş olarak D. Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti” isimli kitabından okunabilir) “padişahların musikisi” denilerek “sanat musikisi” de yasaklanmıştı!
İnanın o günlerde de ““Basın özgürlüğünü illegal yapıların sabote etmesine izin vermemeliyiz.” gibi sözlerle (“türk gencliği bir Nefi’yi, Nedim’i, Baki’yi, Fuzuli’yi bilmese, öğrenmese bir şey kaybetmez, ama Goethe’yi,  Volter’i, Diderot’yu bilmezse çok şey kaybeder”:H.V. Velidedeoğlu) bu yasaklamaları müdafaa eden ve kanuni olduğunu söyleyenler, tıpkı bugün Gültekin beyin bahsettiği gibi “kanun ve mevzuatlar efendim” diyen insanlar mevcuttu!
Hem, kendisi “mızrak-minare” kelimeleri ile “halkı kin ve nefret yoliyle kışkırtmakdan” MAHKUM olmuş bir Başbakan’ın ve kendisine çok güvendiğine inandığımız Gültekin beyin, eski savcımızın “Basın özgürlüğünü illegal yapıların sabote etmesine izin vermemeliyiz.” veciz düşüncesinde hemfikir olmaları olsa olsa “Türkiyeye göre…” diye başlayan “iktisad… milliyetçilik… müslümanlık” silsilesinin içine “demokrasi”yi de ilave etmeyi gerekli kılıyor ki, bunun İLKELİLİKLE hiçbir alakasının olmadığını kabul etmek gerekiyor.
Üstelik, bu sözü, hayali öyle olsa da uzun yıllar savcılık yapmış birisinin “kanun ve mevzuatlarla KİRLENMİŞ ZİHNİYETİ”nden okumak aslında basın özgürlüğüne vurulmuş en büyük DARBE OLSA GEREK!
Haklarında “dolandırıcılık… banka boşaltma… devlet kesesinden zenginleşme” iddiaları bulunanların ellerindeki gazete (yayın grubları) ile “basın özgürlüğünü” DOYA DOYA kullanmaları bir hak olacak ama yarın kaldırılacak olma ihtimali bulunan “mer’i kanun ve mevzuatları” aşarak fikir ve söz hakkını kullananların yaptıkları “illegal yapıların sabote etmesi” olacak!!! (Oysa, “illegal yapılar”ın zorlaması veya oluşumudur ki bu ülkede “demokratik hakları” ortaya çıkarmıştır.)
Kısaca, Gültekin bey, “TCK, CMK ve Basın Kanunu gibi mevzuatın emrettiği” üzerinden yazdığı yazı, basın özgürlüğünü değil basının nasıl “kafesleneceğinin” izleri ile  doludur, “dinci 28 Şubat süreci” iddiasının destekleyicisidir.
Gültekin beye iki soru sorarak yazımızı bitirelim.
1. Kendileri de “Avrupa Birliği” veya “Kopenhag kriterleri”nin şu veya bu şekilde destekçisidir anladığımız kadariyle; elbette “illa ki” girelim diyenlerinden değildir muhakkak ama AKP’nin (ve elbetteki geçmişteki hükümetlerin) bu hususdaki çabalarını, “daha fazla demokrasi ve özgürlük” dövizlerinden ötürü destekliyordur.
Sorumuz şu: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” maddesi “başlangıç”da yazarken Anayasanın, Avrupa Birliğine girerek (girme “teşebbüsü”nde bulunarak) “millet”in olan “hakimiyeti” bir “kurul-kuruluş-sınıfa devretmenin” TCK’daki karşılığı nedir? Avrupa Birliği “yanlısı” yayınlar yapan “gazetecilerin” durumu nedir “mevcut kanun ve mevzuarlar” çerçevesinde?
İkinci sorumuz da, Hollanda’da yayınlanmış olan “PROVO” isimli dergiden haberdarlar mı; ve ne yapmış o dergide tarihe geçmiş?

23 Mart 2011.  


Notlar:

1) Bahsekonu polemik yazıları sırası ile şunlardır:
a) Gültekin Avcı. “Gazetecilikle suçun ayrıldığı nokta” 5 Mart 2011. Bugün gazetesi.
b) Gülay Göktürk. “Gazetecilik nerede biter, örgüt üyeliği nerede başlar?” 9 Mart 2011.
c) Gültekin Avcı. “Basın özgürlüğü terör suçuna alet edilemez” 10 Mart 2011


2) Bu evrilme/inkılap-inkİlap meselesini gözlerinizle de görebilmek için “Hak Söz Dergisi”nin sitesine girip, “arşiv”den bugün “muhafazakarlaşmış” ve hatta “demokratlaşmış” isimleri tarayın ve eski (1990’dan itibaren) yazdıkları ile bugünlerini karşılaştırın. Süleyman Gündüzler, Ahmet Ertürkler (A. Gül’ün danışmanıdır şu anda)  vs. ekabiri kendi gözlerinizle görüverin. O derginin ismini vermemizin önemi de var. O dergi ve ondan önce kapanmış olan “Girişim” dergisi, bu ülkede “İrancılığın” (bu açık şekilde Şiiliğin, tasavvufun yerine oradan ithal “irfan”ın ve İran “politikasının” propagandası olarak anlaşılmalı) reklamının yapıldığı, RP’nin “belediyeleri kazanması” ile başlayan dönemle birlikte de “particiliğe evrilmenin”, parti “hareketi”nin ne kadar “islami” (“nebevi”) olduğunun tartışıldığı b,r platformdur; 2000’lerle birlikte de AKP’nin “entelektüel kadrosu”nun ve “kadrolaşmasının” kökünü göstermektedir. 


3) Ethem Sancak ve Hüseyin Gülerce misalinde daha pek çok örnek bulunabilir. Balyoz Davası belgeleri içerisinde yeralan bir “laika”da “yararlanılacak sivil unsurlar” isimli listede adı geçen şu anda eski İstanbul valisi M. Güler’in başında bulunduğu Kamu Güvenliği Teşkilatı’nın başkan yardımcılarından doçent Kudret Bülbül de bunlardan birisidir. Ne çağırılmış ne ifadesi alınmıştır. Niye? Üstelik Kudret bey, bu konuda basında çıkan yazılara binaen yaptığı açıklama ile “deli saçması şeyler” diyerek kendini savunmuştur ki, “deli saçması” olan “belge” mi yoksa belgenin yayınlanması mı veyahut o belgeye bakılarak yapılan tutuklama ve iddianame mi, buna dair bir işaret de vermemiştir. 

4) Basından veya  fikirlerinden yargılananlar elbette sadece solsyalistler veya ulusalcılar değil; sadece kitap yazdığı ve İHTİLALCİ-YENİ NİZAM İSTEYİCİ” fikirlerini ortaya koymak ve insanların da bunu benimsemeleri sebebiyle yargılanıp İDAMA MAHKUM olanlar da var. Salih Mirzabeyoğlu mesela! Hiçbir eylemi, eylem emri veya irtibatı olmamasına rağmen, bu husus iddianamede de açıkca ortaya konulmasına rağmen Salih bey “örgüt lideri” olarak yargılanmış ve İDAMA MAHKUM EDİLMİŞTİR. Dikkat çekici olan bu durumun basında pek yer bulmamasıdır!

5) Yazdıklarımızdan ötürü “demokrat” olarak nitelenmek istemeyiz. Değiliz. Sadece “demokratik ortam” hakkında ortada gördüğümüz tenakuzları dobra dobra kaleme almaktayız. Kaldı ki, gösterdik, “kim demokrat”?