23 Haziran 2011 Perşembe

Misyoner Pozisyonu






MİSYONER POZİSYONU
-Papaz İranus ve Kızı Ano-









SEMBOL





"- 1883 senesinin 21 Mayıs akşamı, Dr. Reynolds ve Knapp isimli iki AMERİKAN MİSYONERİ, Musa Bey’in yaşadığı Cinyar Köyü'ne gider ve oradaki hristiyan bir aileye misafir olurlar. Musa Bey misyonerlerin geldiğini duyduğu zaman, köyün beyi olarak olarak onları ziyarete gider. Fakat eve geldiğinde Reynolds ve Knapp tarafından soğuk bir şekilde karşılanır. Bunu üzerine Musa Bey, haysiyetine hakaret yapıldığını düşünerek yanlarında fazla oturmadan çıkar.

Ertesi gün, sabah 7-yedide misonerler ve yanındakiler tekrar yolculuğa devam etmek için evden çıkarlar.

Yolda giderlerken, misyonerlerin yanlarındakiler, kaybettikleri şemsiyelerini bulmak için geride kalırlar, onları 25-30 dakikalık bir mesafeden takip ederler. Bu esnada misyonerler eşyalarını koydukları hayvanları yoldan aşagı doğru çekerek inmektedirler.

Bu arada üç Kürt, içlerinden birisi “bağıra çağıra çok yabanıl bir şekilde” türkü söyleyerek yanlarına doğru gelmektedirler. Misyonerler korktuklarını belli etmemek için onları görmemiş gibi yollarına devam ederlerken, bu türkü söyleyen, tam yanndan geçerken Dr. Reynolds'a, elinde bulunan kılıcı ile vurmaya başlar. Reynolds dövülürken, diğer misyoner de saldırıya uğrar. Yine de belki rüşvetle kurtuluruz diyerek saatini uzatan Knapp da Kürtler tarafından dövülmüş, paraları ve saatleri alınmış, kimseler görmesin diye de ikisi birden uzun otların bulunduğu bir yere bağlanarak atılmışlardır.

Ortalık sessizleşince, misyonerler bağlarınından kurtulmuşlar, saldırgan kürtlerin de 2-3 km. uzakta bulunan Gotzi köyüne doğru gittiklerini görmüşlerdir; hemen onlar da peşlerinden... Bu arada misyonerleri biraz geriden takip edenler bu saldırganlara rastlamışlar, atları tanımışlar, onlar da "ovada başıboş dolaşıyorlardı" diyerek bulduklarını söylemişler, istemeye istemeye de atları iade etmişlerdir. Misyonerler de Gotzi köyüne gitmiş, kanlarını ve elbiselerini temizledikten sonra Knapp’ın evine varmak için 8 saatlik yollarına devam etmişlerdir.

Misyoner Reynolds ve Knapp, 30 liralık bir mal kaybı ile neticelenen bu saldırı ile alakalı olarak ŞİKAYETDE BULUNMAMIŞLAR, AMA BİR MEKTUP YAZMIŞLARDIR. Daha bu mektup eline ulaşmadan önce Vali, kendilerine hükümet tabibi ile sıhhıyeyi göndermis ve aynı zamanda ifadelerini de aldırarak saldırganların yakalanması için jandarma sevketmiştir.

Reynolds'un hemen olay akabinde yazdığı mektupdan da anlaşılacağı üzere saldırganların isimleri hakkında hiçbir bilgi vermemiştir. Hal böyle iken, Van’daki İngiliz Konsolos Yardımcısı H.C.A. Eyres, 16 Ağustos 1883'de Erzurumdaki diğer bir İngiliz konsolosuna gönderdiği raporda iki Amerikalı misyonere saldıranlardan birinin Musa Bey olduğunu, yaptırdığı araştırmadan anlaşıldığını yazmıştır. Reynolds kendisine saldıranlardan birinin Musa Bey olduğundan emin olamazken, Eyres'in, Musa Beyi hiç tanımadan dört saldırgandan birisinin Musa Bey olduğunu iddia etmesi düşündürücüdür.

Eyres, kendini bölgedeki bir İngiliz konsolosundan öte, Van ve çevresine gönderilen bir İngiliz Sömürge Valisi zannetmekte ve hemen her fırsatda Ermenilerin müdafiiliği vazifesini icra etmekteydi. Eyres ve diğer konsolosların amacı, Musa Bey ve bezeri şahışlar gibi Müslümanların bölgedeki önde gelen isimlerinin bu şekilde haksız usullerle tedip ve pazifize ederek o dönemde kuvvetlenmeye başlayan Ermeni komitalarının faaliyetlerine ivme kazandırmaktı. Bu düşünceden hareketle Eyres, saldırıya uğrayan misyoner Dr. Reynolds rapor etmediği halde, yapılan saldırıyı şuurlu olarak Musa Beyin üzerine yıkmıştır.

Konsolos Eyres, bahsettiğimiz raporunda açıkca, MUSA BEY SUÇLU OLSA DA OLMASA DA BABASIYLA (İZZET BEY) CEZALANDIRILMASININ Bitlis civarındaki Müslümanları kontrol altında tutmak için faydalı bir unsur olacağını belirtmiştir. " (**)



SÖYLENENLER



Sayın okuyucularımın ve makalemizde bahsedeceğimiz sayın yazarların ve sayın milletvekilinin aklına makalemizin başlığından ne geldiyse onu silip atmalarını dileriz; yukarıdaki alıntıdan görüleceği üzere MİSYONER POZİSYONU budur!
Misafir ahlakına-edebine uygun davranmamış, sert durmuş, somurtmuş, çıkıp giderlerken haber vermemişler, yolda başlarına bir şey geldiğinde şikayetçi olmayıp sadece "pozisyonu" anlatmışlar, bunların bu pozisyonu üzerinden başka hesaplar içine girmeye kalkışanlara "Tanrının krallığında yalana sarılmak ve olmadık bir şeyi suçsuz birisinin üzerine yıkmak yoktur!" dememişler, "Tanrının hakkını da Sezar’a” vererek, dini siyasete alet etmişlerdir.
Olan budur!

MİSYONER POZİSYONU'nu gösterdikten sonra, pozisyonun devamındaki kızışmaya ve bu kızışma esnasında ŞAMAR OĞLANI OLMAYI GÖNÜLLÜ KABUL ETME mevzusuna dair kısa alıntılar yaparak ortaya kaba ama ana hatları ile tabloyu çizelim:

"- “Şimdi Hacı Musa bey diye birisi vardır bizim tarihimizde, bu ülkenin tarihinde. Bir Kürttür, Mutki aşiretinin liderlerindendir, Salih Mirzabeyoğlu’nun da büyük büyük dedelerinden biridir, şimdi bu Kürt isyanlarından birinde kendisine sığınan birini vermemek uğruna devlet tarafından hemen hasım ilan ediliyor ve Hacı Musa Bey de muazzam bir direniş ve yiğitlik gösteriyor vermiyor, teslim etmiyor. Çember, etrafındaki çemberi daraltıyorlar ve çocuğuyla beraber, yeğeniyle beraber, dağa çıkmak zorunda kalıyor, devlet bunu dağda öldürüyor." (1)

"- Ahmet İnsel’in 26 Nisan 2011 tarihli Radikal yazısının başlığı “Katilden Milli Kahraman Olur Mu?” diye soruyordu. Taner Akçam’ın 1996 yılından bu yana yazdığı eserlerinden anladığımız kadarıyla katilden kahraman olması bir istisna değil hatta neredeyse eşyanın tabiatından olmuştur. İşin ilginç tarafı muktedirin bilinçaltı da her yerde benzer çalışır, katile direnişin sembolü muktedirin elinde başka bir katledilmenin meşrulaştırılmasına bile malzeme olabilir... Ancak bizi şaşırtan bu katillerden kahraman yaratma kervanına Sırrı Süreyya Önder’in de katılmış olmasıdır. "

"- ...diğer bir deyişle şimdiye kadar okuduğumuz Musa Bey bir “dava adamı”, bir “kahraman”dır. Oysa Mirzabeyoğlu’nun ÖVÜNDÜĞÜ HACI MUSA BEY KÜRT TARİHÇİLERİ DE DAHİL CİDDİ ARAŞTIRMACILARININ HİÇBİRİSİ TARAFINDAN BİR KAHRAMAN OLARAK KABUL EDİLMEZ. Onun acımasızlığı bugüne kadar başta Recep Maraşlı, Mehmet Emin Bozarslan ve Naci Kutlay olmak üzere BİR ÇOK KÜRT ENTELEKTÜELİ tarafından da defalarca konu edilmiş, eleştirilmiştir.

...Kaldı ki Ermenilerle Kürtler arasındaki ilişkiler tarihte en kötü dönemini yaşıyorken bile ortak duyguları yer yer Musa Bey’i lanetlemek olmuştur. " (2)

"- Mirzabeyoğlu'nun Övündüğü Hacı Musa Bey ELI VICDANINDA Kürt araştırmacılarının hiçbirisi tarafından kabul edilmez, onun acımasızlığı, vahşiliği bugüne kadar başta Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutlay, Recep Maraşlı olmak üzere bir çok Kürt entelektüeli tarafından defalarca eleştirildi...

"- Sırrı Süreyya Önder'in bu konuşması etik açıdan sorunludur, BİRİNCİSİ HACI MUSA BEY BİR ERMENİ KATİLİDİR. KÜRT VE ERMENİ TOPLUMLARININ VİCDANINDA MAHKUM EDİLMİŞ BİR KİMSEDİR. Eli vicdanında hiçbir insan bir katilden kahraman yaratmaya çalışmaz. Ama Önder bu konuşmasıyla kendisini çok fazla zorluyor. Bu çaba ne içindir anlamak güç. Hacı Musa Bey'in torununun anlatımlarından beslendiği gayet açık. MİRZABEYOĞLU'NUN KÜRT YURTSEVERLİĞİNE BİR VURGUSUNU GÖRMÜYORUZ." (3)

 "- Böyle durumlarda yapılacak tek şey özür dilemek ve ders çıkarmaktır.
Bunu samimiyetle yapamayanlar “Bir hatayı büyütmek istiyorsanız onu savunun” sözündeki duruma düşerler.

"Üçüncü olay Ermeni halkıyla ilgili.
Yaklaşık bir yıl önce “Kürt Musa” hakkında, “Kafa Dengi” programında kullandığım olumlayıcı uslüp iki yanlış içeriyor.
Birincisi, olayın kahramanı “Kürt Musa” olmamasına rağmen, benim bu öyküyü onun üzerinden anlatmam.

İkincisi, Ermeni katliamındaki rolünü bilmemem.
Ayda Erbal’ın yazısı bunu tekrar gündeme getirdi.
Yazdığı uyarıya tümüyle katılıyorum.
“Bilgi eksikliği-özensizlik” saptaması doğrudur." (4)

"Mesela Hacı Musa Bey konusunda bir tartışma yürüdü. Bundaki bilgi eksikliğimden dolayı özür diledim." (5)

"- Yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır, Ayda Erbal ve Erdem Özgül'ün Azad Alik blogunda yayımladıkları Hacı Musa konulu eleştirisine ilişkin burada Seçim Notları yazımda özür dilemiştim. Daha sonra meseleyle ilgili Demokrat Haber web sitesine verdiğim bir röportajda bu durumu "Mesela Hacı Musa Bey konusunda bir tartışma yürüdü. Bundaki bilgi eksikliğimden dolayı özür diledim. "Ama o yazıda, SALİH MİRZABEYOĞLU'na (İBDA-C lideri) bir zulüm vardı, onun uğradığı zulme yaptığım itirazın, halen aynı noktasında duruyorum." şeklinde özetlemişim. Burada sanki Erbal ve Özgül'ün yazısında Salih Mirzabeyoğlu'na bir zulüm varmış gibi yanlış bir ifade oluşmuş. Erbal ve Özgül'ün yukarıda alıntıladığım linklerinden de görüleceği üzere yazılarında böyle bir ifade söz konusu değildir, aksine yazı sebep ne olursa olsun işkenceye karşıdır, hatta İHD'nin bu konudaki haklı tepkisini de dipnota taşımıştır. Röportajda sözünü ettiğim gönderme "o yazıda" değil, Kanal 24'te yaptığımız Kafa Dengi programındaki konu başlığına istinaden tartıştığımız "o televizyon programında" olacaktı. Erbal ve Özgül'e bir haksızlık olmaması bakımından açıklama gereği duydum." (6)

"- … Önder,  “Kürt Musa” hakkında daha önce çizdiği tablodaki bilgi eksikliğini sonradan düzeltmiş olduğuna dikkat çekerek, hem daha “özenli” bilgi aktarımından, hem de katliamlarda sorumluluk sahiplerinin “hafızamıza nakşedilmesi” gereğinden dem vuruyor.

"- Ancak sadece “Ermeni halkıyla” yapılan buluşmalarda “bu konu”nun gündeme getirilmesi başka bir anlam taşıyor. Olumlu tarafından bakacak olursak, bir siyasetçinin, dert sahiplerini muhatap aldığı, yani dertlerini kaale aldığı bir tablo görebiliriz. Fakat asıl mesele, zaten toplumsal  sorunların şu ya da bu grubun, ayrı ayrı, ‘kendisine has’ derdi olarak algılanmasında değil mi? Sorumluluk, sonuç, ya da gösterge olarak toplumun bütünü etkileyen SORUNLAR  TOPLUMUN GENELİNE HİTABEN, YA DA TUTARLI BİR YAYGINLIKTA ELE ALINMALI değil midir? Bu konuların “Ermeni halkı” ile gündeme getirilmesi daha çok nabza göre şerbet vermek olmaz mı? Bilgilendirilmesi ya da bilinçlendirilmesi gereken onlar mıdır ki, “sorulmadan anlatmak” onlara yönelik bir tutum olsun?” (7)



 SÖYLENEMEYENLER



MİSYONER POZİSYONUnun ardından ortaya çıkan "manzara" işte bu.

Aslında tek başına ele alınıp "şu anda" çözüme kavuşturulacak bir mesele değil; üstelik "halkların kardeşliği" içinde, (ki o "halklar"ın "kavga ettikleri" bir zamanda geçmiştir, şüphesiz, "halklar değil, onları idare eden kapitalistler, burjuvalar, işbirlikçiler, halkları kullanmış, zorlamış veya kandırmışlardır" diye itiraz yapılabilir, kandırmayla bile olsa "halkların kardeş" olmasını bir kenara koyalım, "halkların kavga edebileceği"ni kabul etmişlik üstünden bir düşüncedir diye bir karşı cevap verelim bu itiraza), böyle bir "düşünce" içinde “değerlendirilmesi" son derece sakat bir konudur.

Niye?

Ortada "şovenizme" oldukça fazla kaçan bir "Kürt Yurtseverliği" ki bu "sosyalizm"den beslenen bir "şey", çünkü, ""milliyetçilik" değil de "yurtseverlik" kelimesi tercih ediliyor, üstelik bu "Kürt yurtseverliği", "Ermeni Soykırımı"nın AĞIR UTANC DUYGUSUNU da içinde barındırıyor, “barındırtırılmaya” zorlanıyor!

Nereden bakarsanız bakın, ortaya misyoner pozisyonunu da alın, böyle bir "anlayış"dan sağlıklı bir "bakış" ortaya çıkması beklenemez; en azından "utanç" içinde yaşıyan birisinin "hissi" davranacağı bellidir.

Bunun nasıl olduğunu, "Türkmen" kökenli, ana veya baba tarafı üstelik Nurcu, ama kendisi TİP'li sayın Sırrı Süreyya Önder'in, "eleştiri kültürünü yeterince içselleştiren" ve hatta bunu ŞAHSİYETİ KIRICI (nefsi değil!) bir şekilde uygulayan, yapan (bunun nasıl olduğunu merak edenler, pratiği SSCB'de, Stalin döneminde görülen iğrenç "özeleştiri" fırtınalarını okuyarak görebilirler), -aslında yaptıran "devrimci ahlak" dedikleri-, UTANÇ DUYGUSU ile hareket edilmesinde de görebiliyoruz.

Konuyu neresinden alırsanız alın, elde kalacakdır aslında...

Özellikle yukarıda alıntıladığımız sayın Burcu Gürsel'in yazısındaki "uslup" veya bir labaratuar titizliği ile kelimelerin arkasındaki "duygu"ya dair tamamen SUBJEKTİF YORUMLAR, bu tartışmanın çıkmasının da -buyurunuz bir subjektiflik de biz yapalım- ARKASINDAKİ SAİKİ ortaya koymaktadır!

Gerçekte sayın Burcu Gürsel, sayın Önder'in yazısını çok daha "ileri" derecede eleştiri masasına yatıracakdı ihtimal, fakat "ileri gittiğini" anladığından olsa gerek kesmiştir, oysa, "Önder'in niyetini okuma" anlamındaki yazısında, bütün hepsini bir kenara koyup, sadece "ermeni soykırımı" deği de "büyük katliam" demesinin üzerine "yürüse", ki "yürümeyi" de düşünmüştür muhakkak, hiç niyet okumasına gerek kalmayacaktı, ama buna şüphesiz ki –şu anda- cesaret edememiştir.

Özellikle "seçim öncesinde", “17 sol katmanın oluşturduğu blog"da, "devrimcilerin medyatik sözcüsü" olarak görülen sayın Önder'i ve "17 sol katmanı", bitmez tükenmez "ermeni soykırımı mı katliamı mı" tartışmasının içine (üstelik “kelime” bazlı olarak) çekmek, Meclis'de, kürsüde, bu konuyu rahatlıkla ele alabilecek (olduğunu çok rahat bir şekilde ortaya koyan) birini "küstürmek" istememiştir herhalde.

Fakat sayın Gürsel'in bu yazısının bir "deneme" olduğunu varsayarsak ve neredeyse bir sene önce yayınlanmış bir tv programının internetdeki vidyosunu "yeni görerek!!!" kendisinden önce yazılan iki yazının, ne tesadüftür ki tam da seçim öncesinde ve ne tesadüftür ki "Ermeni Soykırımı" üzerine makalaler ve kitaplar yazmasıyla meşhur sayın Recep Maraşlı’nın “gelawej.com” sitesinde ve yine ermenilerle "özel" ilgilenen bir sitede yayınlanmasının (8) üzerine sayın Önder'in "özür turuna çıkması"na rağmen şiddetini arttırak ve "niyet okuma" ile son bulması, sayın Önder'in bir kere "şahsi" olarak "denenmesi" olmakla birlikte, "yakayı kaptırdığının" da işareti olsa gerek.

Oysa, sayın Önder, olduğu yerde kalacak ve orada direnecekti ve bütün "utanç yayma politikasına", "nefret suçu" oluşturma  çalışmalarına, en azından "tartışmalıdır" diyerek karşı koymayı bir "ilke" olarak ortaya koyacaktı.

Böyle yapmalıydı.

Yapamadı.

Yenildi.

Kendisi farketmemiş olsa da EZİLDİ.

Üstelik "17 sol katman"ın ve "bağımsızlar bloğu"nun karşı olduğunu söylediği "Amerikan ve İngiliz Emperyalizmi"nin "misyoner pozisyonu"nu da benimsemiş oldu.

Ayrıca, ermeni meselesinin, İngilizler eliyle nasıl işlendiğini, nasıl sömürüldüğünü, anadoludaki Ermenilerin idarecileri ve Kilisesine rağmen, İngilteredeki Ermeni dernekleri vasıtasıyla  nasıl "politik" olarak yönlendirildiğini, bunun için ise Musa Bey'in nasıl SEMBOL olarak seçildiğini ortaya koymaya da neden oldu.



MARAŞLI KAYNAK



İlgili yazıları dikkatle okursanız, ne ilk yazıyı yazan sayın Ayda Erbal ve sayın Erdem Özgül'ün, ne sayın Burcu Gürsel'in ve ne de sayın Sırrı Süreyya Önder'in, tartışmaları "oluşturan" Hacı Musa Bey ile alakalı bir bilgisi olduğunu, özel olarak -madem bu kadar önemli bir "katil" olarak sunuluyor- alaka duyarak hakkında bir çalışma yapmadıklarını, çok yakın zamanda yazılmış bir kitap ile birkaç makaleye ki onlar da o kitapdan sonra ortaya çıkmışlardır, dayandıklarını, bütün "NEFRET VE UTANÇ YAYMA POLİTİKALARI"nın da "bu" olduğunu görürsünüz.

Hacı Musa Beg ile alakalı olarak küçük bir internet araştırması yapıldığında, onunla ilgili ortaya çıkan "dosyaların", çoğunlukla şu yukarıda bahsedilen mesele ile alakalı olduğunu, bazı yerlerde Azadi ve Hoybun örgütlenmelerini konu edinen yazılarda  kısaca isim olarak geçtiğini, Erzurum kongresi ile alakalı bazı yerlerde Mustafa Kemal’in bahsettiği birkaç kelimeden ibaret göreceksinizdir. (Bu konuyu çıkardığınızda da hakkında özel bir çalışma olması bir yana ne kadar az bilgi olduğunu da!)

Sayın Erbal ve Sayın Özgül'ün yazdıkları makalenin 11. dipnotu, "Musa Bey hakkında ayrica bkz." olarak başlamaktadır ki, Hacı Musa Bey'in isminin geçtiği araştırmaları ortaya koymaktadır.

Bakıyoruz onlara:

"- Recep Maraşlı, “Bir Prototip Olarak Mutkili Hacı Musa Bey Olayı”, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, İstanbul: Pêrî Yayınları, 2008, s. 298-313.; Raymond Kevorkian, The Armenian Genocide: A Complete History, London: I.B. Tauris, 2011, s.235-237, 345-46.; Esat Uras, Armenians in History and the Armenian Question, Documentary Publications, 1988, s.715-716; Kamuran Gürün, The Armenian File: The Myth of Innocence Exposed, Nicosia: Rüstem, 1985, s. 131-135; Kemal H. Karpat, The Politicization of Islam: Reconstructing Identity, State, Faith and  Community in Late Ottoman State, New York: Oxford University Press, 2001, s. 218,; Dikran Mesrob Kaligian, Armenian Organization and Ideology under Ottoman Rule: 1908-1914, New Jersey: Transaction Publishers, 2009, s. 98.; Arman Kirakosian, British Diplomacy and the Armenian Question: from 1830s to 1914, New Jersey: Gomidas Institute, s. 153-159."

Onunla alakalı biraz detaylı ama "kanun tertibatı" nedeniyle "kısır" bilgileri sayın Erdem Özgül'ün "abartılı cümleler" olarak nitelediği “torunu” Salih Mirzabeyoğlu'nun "Tilki Günlüğü" isimli eserinde bulmaktayız. (9)

Sayın S.S.Önder'in "okumadığı"na inandığımız, ama onu eleştiren sayın Erbal, sayın Erdem ve Sayın Özgül'ün referans olarak ele aldıkları ve tartışmayı da "bu noktaya" getirip "Hacı Musa bey bir ermeni katilidir, tecavüzcüdür, hırsızdır" diye nitelenmesine vesile olan kitap,  Sayın Recep Maraşlı'nın kaleme aldığı " Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı" isimli kitapdır. (10)

Sayın Recep Maraşlı, bu kitabının içinde “Bir Prototip Olarak Mutkili Hacı Musa Bey Olayı” başlıklı bir kısımda Hacı Musa Beg'i incelelemekte ve söylemeye gerek var mı, yukarıdaki sayın yazarların aktardıklarını yazmaktadır; sayın yazarlar da bunu sadece "yaymaktadirlar" anlaşılacağı üzere.



YAYILANLAR, YAYILMAK İSTENENLER



Yaydiklarindan birisi, sayın yazarların büyük bir önem atfettikleri birisinin kaleminden şu:

"- Ermeni kırımlarına katılan Kürtlerin büyük bir bölümü, 'Hamidiye Alayları'ndan aşiretlerdi. Ermeni topraklarına ve mallarına konmak esas nedendi; dini bağnazlık, ancak destekleyici bir etkendi." (11)

Peki sayın yazarların yaydıkları neler?

Hacı Musa Bey meselesi üzerinden, şunlar:

- “Sırrı Süreyya Önder'in bu konuşması etik açıdan sorunludur, Birincisi Hacı Musa Bey bir Ermeni Katilidir. KÜRT VE ERMENİ TOPLUMLARININ VİCDANINDA MAHKUM EDİLMİŞ bir kimsedir. Eli vicdanında hiçbir insan bir katilden kahraman yaratmaya çalışmaz. Ama Önder bu konuşmasıyla kendisini çok fazla zorluyor. Bu çaba ne içindir anlamak güç. Hacı Musa Bey'in torununun anlatımlarından beslendiği gayet açık. Mirzabeyoğlu'nun Kürt yurtseverliğine bir vurgusunu görmüyoruz okuduğumuz yazısında. S.S. Önder onu önce Kürt yurtseverliğine taşıyor, sonra kahramanlığa. İnsan neden kendini bu kadar zorlar anlayabilmek güç. Musa Bey bir tecavüzcüdür, Ermeni katilidir ve bir HİLAFET SAVAŞÇISIDIR. İnsanlık suçu işlemiştir. Karaları aklamanın insan onuruyla, vicdanıyla bağdaşır bir yanı var mı anlamakta zor.” (12)

- “Gelelim bu “sorulmadan anlatmak” meselesine. Madem konu, Ermenilerle, onlara dair meseleleri paylaşmak varsayımı üzerinden ilerliyor, o zaman “sorulmadan anlatmak” en hafifinden, tarafların çatışması ve hiyerarşisini çağrıştıran bir imge kurguluyor. Bu yaptığım biraz hassas ve sözcüklerin bilinçaltına kayan bir yorum olsa da, buradaki imgede hem, eninde sonunda Ermenilerin “bu konu”yu soracak, sorgulayacak olması endişesi, hem de Ermeniler daha sorup sorgula(ya)madan “bu konu”ya—ve duruma—hakimiyetini gösterebilen bir Temsilci olma kaygısı seziliyor. (13)

- Bu, Mirzabeyoğlu’nun anlattığı Musa Bey’dir, diğer bir deyişle şimdiye kadar okuduğumuz Musa Bey bir “dava adamı”, bir “kahraman”dır. Oysa Mirzabeyoğlu’nun övündüğü Hacı Musa Bey Kürt tarihçileri de dahil ciddi araştırmacılarının hiçbirisi tarafından BİR KAHRAMAN OLARAK KABUL EDİLMEZ. Onun acımasızlığı bugüne kadar başta Recep Maraşlı, Mehmet Emin Bozarslan ve Naci Kutlay olmak üzere bir çok Kürt entelektüeli tarafından da defalarca konu edilmiş, eleştirilmiştir. (14)

- (Naci Kutlay:)“Kürt feodallerinden bazıları bu karşıtlığı ileri götürmediler, ancak kimileri de kan düşmanlığı noktasına taşıdılar. Muşlu Hacı Musa Bey bunlardan biridir. Mirza Bey’in oğludur Musa Bey. Kasım ve Nuh adında kardeşleri var. Ermenilere yaptıkları baskıyla ünlüdür. Ermeni papazın yeğeni Kaspartın (sic) kızı  Guloya (Gülizar) yaptıklarına Avrupalı devletler karşı çıktılar…SERHAT BÖLGESİNDE ERMENİ KARŞITLIĞI VE KATLİAMININ ALT YAPI TAŞLARINDAN BİRİ DE BU OLAYDIR.”  (15)

- “Naci Kutlay aynı zamanda Gülizar olayından iki sene önce 1887’de Hacı Musa’nın daha önceki baskı ve saldırılarından dolayı ceza aldığını yazar fakat Hacı Musa’nın hapisten çıktıktan sonra kendisini şikayet ettikleri için Ermenilere zulmü katlandırıp katmerlendirdiği yine yazılanlar arasındadır. (16)

- “Kaldı ki Ermenilerle Kürtler arasındaki ilişkiler tarihte en kötü dönemini yaşıyorken bile ortak duyguları yer yer MUSA BEY’İ LANETLEMEK OLMUŞTUR. Naci Kutlay Dipnot dergisi için yazdığı daha sonra Gelawej websitesinde de yeniden yayımlanan yazısında kınama eyleminin yaygın olmamakla birlikte yayınlardan takip edilebileceğini söyler:

“1894-96 yıllarındaki baskılar ve öldürme olayları özellikle Kürt aydınlarını harekete geçirdi. Kürt basını ve İTC’deki Kürtlerin bu yollu eylemleri bir ölçüde etkili oldu. Kürt önderleri Ermenilerle şiddet olaylarını kınayan yaklaşımlarda bulunmadılar. Bazı yazılı makale ve çağrıları aşmadı bu çabalar. Osmanlı Devleti’ni terk eden YURT DIŞINDAKİ KÜRTLERDİ KIRIMLARI ELEŞTİRENLER. Bunların çoğu İTC’deki Kürt yurtsever aydınlardı. Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sükuti, Bedirhanzadeler (Abdurrahman ve Abdürezzak vd). ABDULLAH CEVDET, ‘BİR KÜRD’ İMZASIYLA YAZDI, bu makaleler ve bildiriler Ermenice Troşak ve Kürdistan gazetelerinde yayuınlandılar (sic). ‘Kürtlere Çağrı’, 8 Haziran 1898 tarihli Troşak’ta yayınlandı ve imza ‘Dr.S.’dır.  ‘Ey Kürtler! Bu asır bilim asrıdır, dağlar içinde bilgisizliğin vakti geçmiştir…’ diye başlayan uzun makale ya da çağrı Kürtleri Ermenileri öldürmemeye ve Sultan’a karşı çıkmaya çağırıyor. ‘…Sultan Hamid ne halifedir ve ne de padişahtır. O bir caniden başka bir şey değildir ve bu cani size Ermenileri öldürün diyor, fakat siz niçin “biz komşularımızı öldürmeyiz” diyemiyorsunuz?…’ (….) ‘Ermeniler zülme karşı çıkmakta ve bu uğurda kanlarını dökmektedirler. Peki siz niçin halen hareketsiz duruyorsunuz?…’ (…) ‘Ermeniler sizin dostunuzdur. Siz onlarla birlikte 2000 senedir yaşamaktasınız. Bunun için Ermeniler size dost komşulardır. (…)’ 1899’da Taşnak Ermeni Partisi istemiyle yayınlanan Ermenice Troşak gazetesi Jön Türk, Makedonya ve Kürt önderlerine yine çağrıda bulunur, Troşak’da yazmalarını ister. ‘Kürdistan’ redaktörlerinden bir Kürt aydını da yazar. Makale Kürtçedir, Troşak gazetesi tarafından Ermeniceye çevrilerek yayınlanır. ‘(….) Ermeni kırımları esnasında medeni dünyadaki bütün gazetelerde, Kürtlerin, komşuları Ermenileri öldürmekte olduğu yazılarak, bu haysiyetsizliği tamamiyle Kürtlere bulaştırdılar. Fakat ben gerçeğin ortaya çıkmasını isterim. Musa Bey’in muhakemesi olurken bile birçokları biliyordu ki, Musa Bey o suçu yalnız kendi başına işlememiştir. Bunun böyle olduğunun en büyük delili, Musa Bey’in suçlu olmasına rağmen mahkeme tarafından suçsuz sayılmasıdır…” (17)

- “Bunların yanısıra ve hatta belki bunlardan daha çok bilineni Musa Bey hakkında ortak hafızanın ürettiği eserlerdir. Örneğin Kürt Dengbejleri, Musa Bey’in zulmü karşısında Gulo’nun çektiği acıyı yüreklerinde hissedebilmişler, kendilerini Gulo’nun yerine koymuş, onun ağzından bir de ağıt yakmışlardır. Bu ağıt hem Kürtçe hem de Ermenice söylenmektedir.

“Wayê! wayê! wayê! wayê!
Berf dibare tevî bayê,
Hecî Müsayê min nekuje ez güne me,
Tu Kurmanci ez File me,
Tu serê min kurki bi gizana
Goştê min bidî ber kerpetana,
Ez serê xwe nadim li ser balgîyê Musulmana.
Way! Way! Way! Way!

Tipi şeklinde kar yağıyor,
Haci Musa öldürme beni,
günahım,
Sen Kürt ben Ermeniyim,
Başımı usturaya da vursan,
Etimi kerpetenle koparsan da,
Yine de Müslümanın yastığına baş koymam ben (18)

-“Nitekim devletin Musa Bey’i meşrulaştırması imparatorluğun dağılmasıyla son bulmaz. Tarihçi Ayşe Hür’ün Uluğ İğdemir’in Sivas Kongresi Tutanakları adlı 1999 tarihli eserinden aktardığına gore “4 Eylül 1919’da açılan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla beraber sadece 38 kişi hazır bulundu. Kongre’ye Osmanlı dönemi yöneticilerinden İttihatçı Mazhar Müfit’in (Kansu) dışında herhangi bir Kürt asıllı katılmadı. Diyarbakır temsilcisi olarak giden İhsan Hamid, Sivas’a yetiştiğinde kongre sona ermişti. Ancak, kongreye katılmayan İhsan Hamid, Sadullah Efendi ve Hacı Musa Mutki adlı üç Kürt reisi, 12 üyeden oluşan başkanlık konseyine seçilerek Türk-Kürt ittifakı zahiren de olsa kuruldu. Kongreye damgasını İttihatçılık ve manda meseleleri vurduğu için, Wilson Prensipleri uyarınca ‘kendi kaderini tayin hakkı’ gibi konular ele alınmadı. Kongrenin sonuç bildirisinde sadece “Milli iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi’nin derhal toplanması mecburidir” gibi muğlak bir ifadeyle yetinildi ve Ankara’ya doğru yola çıkıldı.”  (19)

- “Sırrı Süreyya Önder, bizi ciddiye alıyor bir miktar ama köşesi olan bir adet beyaz adamı, örgütlü ama yapısal olarak güçsüz olanlardan daha fazla ciddiye alıyor. Kaldı ki özellikle Hacı Musa hikayesinde yapılması gereken yapısal olarak güçsüz olana ses vermek, onu yapısal olarak eşitlik noktasına taşımaktır. Bunun da nasıl yapılacağı bellidir: Yazının ve özrün bir etkisinin olması için Özgür Gündem sayfalarına taşınmış olması gerekiyordu. Biz yazıyı sadece Sırrı Süreyya Önder için YAZMADIK, YAZININ ASIL AMACI hem yanlışın olduğu bağlamı hem de düzeltilmiş halini MÜMKÜN OLDUĞU KADAR İNSANA OKUTABİLMEKTİ. Bu açıdan yazı çeşitli sansür mekanizmaları nedeniyle amacına ulaşabilmiş değil. (20)

- AYRICA Hacı Musa’nın bölge halkları ve yabancı ülke konsoloslukları nezdindeki şöhreti Ermenilere yaptıklarıyla sınırlı değildir. Hans Lukas Kieser’in Türkçe’de yayınlanmış Iskalanmış Barış: Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938 adlı eseri de dahil pek çok kaynakta Dr. George C. Reynolds ve arkadaşı George C. Knapp’in Bitlis’te yapılan bir toplantıdan dönerken aralarında Musa Bey’in de bulunduğu üç Kürt tarafından ağır yaralandıkları anlatılır. Bu olay “Osmanlı ile Amerika arasında diplomatik krize neden olacak kadar” büyür. (21)

Polemik sınırlarını zorlayan makalemizin bu satırlarına kadar gelen okuyucu, “sembol-söylenenler-söylenemeynenler-yayılanlar-yayılmak istenenler” başlıklarıyla sadece tespit ve teşhis üzerinde olduğumuzu anlamışlardır.

Hala sınırlarını çizmekte olduğumuzu da…

Çünkü, farkına varılmış olması gerektiği üzere, konu o kadar çok karıştırılmıştır, çorbalaştırlımış, “güncelleştirilmiş” ve “kont-atak” olarak  bayağı bir şekilde ortaya konulmuştur ki, sadece şu yukarıda alıntıladığımız cümleler için birkaç cilt kitap yazmak gerekir ve inanınız yine de “hall”olamaz mesele.

Konunun en başında Abdulhamid Han’a “bakış” meselesi olduğunu, bununla paralel olarak Ermeni “sorunu” nun geldiğini söylemek, “özür diledim oldu bitti!” el çabukluğuyla kapanan veya aslında “özür diletme” den de öte “diz çöktürme” aşamasına getirilmesinin önemi de ortadadır.

Bu, iki makale, “şamar oğlanına döndürülmüş” ve kendi köklerine karşı “nefretle” kaplanmaya çalışılanların “özeleştiri” vermekten “kırılmış haysiyetleri” ile bitirilmez, bitirilemez ve gerçekte bitmesi değil, aslında tıpkı hala Almanların önüne Nazilerin yaptıkları “vahşetin” devamlı ortaya konulup kendi kendilerini aşağılamalarının sağlanması gibi bir “durum” oluşturmanın “ön çalışması” olarak görülemez ise MİSYONER POZİSYONUNDA kalmaya devam edilmekten başka bir “kazanım” da elde edilemez! 

Hacı Musa Bey işte böyle bir noktada durmakta.

Hacı Musa Bey’in aşağılanması ve iddia edildiği gibi “ermeni katili tecavüzcü, hırsız” olarak kabul edilmesi, başta Abdülhamid Han olmak üzere, 1938’lere gelene kadarki “kürt direnişçilerin”, Hamidiye Alayları’nın “Kızıl Sultan ve İşbirlikçileri” olarak nitelenmesi ile neticeleneceği gibi, bir başka netice de, “Kürt aydınlanması” denilen “nesne”nin “kabulü”, “Laikleştirme”nin önünün açılması ve çok daha önemlisi, “Kürt Lawrance” olarak bilinen E.W.C. Noel isimli ingiliz istihbaratçı binbaşının, “kürt aşiretlerinin ulusal bir yapıyı taşıyacak güçte ve gelişmişlikte olmadığı” tespitinin de kabülüdür.

(Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmek için  kurulmasına izin verilmeyen “Kürdiyye” yerine “Laik Türkiyye”nin kuruluşuna bakmak gerekir. Ve “burjuvalaşmamış Kürtler” yerine “burjuvalaşmış Ermeniler”in tercih edilmesinin nedeni olarak da bu sözü “başa” almak gerekir.)

Hacı Musa Bey’in “katilliği, barbarlığı, hırsızlığı”na dönersek, 100 kişinin bir yalanı tekrarlamış olmasının onun doğru kabul edilmesine delil olmayacağı malumken, bu yalanın 20, 30, hatta 100 sene, 120 sene sonra tekrar edilmesi de “delil” olmaz; ama şu var ki, Musa Bey hakkında “dediler” diye bir şaiyanın çıkmasına da engel olunamaz.

Sayın yazarların yaptıkları da işte tamamen bu “dediler edebiyatı”dır!

Engel olunamayan bir husus da, bunun “yalan” olduğunun unutturulması, “gözyaşı edebiyatı” ile “yutturulmaya” çalışılmasıdır.

Musa Bey meselesinde, konu teryüz edilmiş, en başa alınması gereken “olay” en sona “ayrıca” ekiyle alınmış, böylece “işin ne kadar ciddi”  ve onun ne kadar “gaddar” olduğu “yalan”ının kabul ettirilmesi için kullanılmıştır ve böylece 32 dişini gösterek “sırıtmak” da birileri için mümkün olmuştur!

Oysa gerçekler, “özür dilemekten bitap” hale gelenlerin ANLAYAMACAĞI kadar derin değildir; biraz okuma, biraz insaf ve vicdan, biraz MİLLETİNE GUVENME ile nasıl bir PİS OYUNUN, MİSYONER POZİSYONUNUN kurulduğunu anlamak mümkün olacaktır.

Öncelikle söylemek gerekir ki, -hemen yukarıdaki son alıntımızda büyük harflerle vurguladığımız- “ayrıca…” diye bir şey sözkonusu değildir!

Hacı Musa Bey’in kelimenin tam anlamıyla SEMBOL HEDEF olarak seçilmesine sebeb olan hadise, “üzerine ağıt mı türkü mü” yakıldığı belli olmayan “ermeni kadın Gülzar-Güllü”ye yapıp ettiği varsayılan, peşin peşin kabul edilen hadise değil, başta bahsettiğimiz iki amerikalı misyonere yapılanlardır!

Dönem, Berlin Andlaşmasının hemen akabidir; bu andlaşma maddelerini, tesirlerini, neler yapılmak istendiğini bilenler (Rusyaya karşı İngiltere’nin “oyun”a çekilmesi vs.) İngiltere’nin “pozisyonu” kendi lehine daha da çevirmek için doğu bölgemizde (61. Maddeye istinaden Ermenileri himaye için müfettişlikler kurması vs. ) Ermenilere karşı, yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan “komitaları”, “örgütleri” kendi çıkarı için heveslendirme gayretini ve Rusya’nın nüfuz hakimiyetini kırmaya çalıştığını göreceklerdir.

İşte böyle bir “ortam”da, anlattığımız şekilde cereyan eden ve kimin yaptığı bilinmeyen bir olayı, İngilizler hem Rusyaya karşı hem de Osmanlı’nın “kozlarını” hırplamak için kullanmakdan ve kendi büyükelçilerinin açıkca söylediği gibi YALANA BAŞVURMAKTAN çekinmemişlerdir:

“-Konsolos Eyres, bahsettiğimiz raporunda açıkca, MUSA BEY SUÇLU OLSA DA OLMASA DA BABASIYLA (İZZET BEY) CEZALANDIRILMASININ Bitlis civarındaki Müslümanları kontrol altında tutmak için faydalı bir unsur olacağını belirtmiştir.” (22)

Burada amaç, görüleceği üzere suçlunun bulunması için “samimi bir çaba” göstermek değil, Bitlis, Ağrı, Van bölgesinde Ermenilere karşı MUKAVEMET GÖSTEREN-GÖSTERECEK KÜRT LİDERLERE karşı BASKI UYGULAMAKDIR!

Olaydan birkaç sonra “dayak yiyen misyonerlerden” biri olan  Knapp, İngiltere’nin Erzurum Kıonsolosu Everett’e Bitlis’den “kışkırtıcı  raporlar” göndermeye devam etmiş, BİTLİS’de Babı-ali’nin izni ile açılan misyoner okulunun “müslümanlar tarafından taşlandığı, okuldaki hocalara hakaretler yağdırıldığından” bahsederek, BU TÜR HAREKETLERİN ÖNÜNE GEÇMEK İÇİN MUSA BEY’İN MUTLAKA CEZALANDIRILMASI GEREKTİĞİNDEN bahsetmiştir. (23)

“Ayrıca” kısmında yazarın bahsettiği “olay “Osmanlı ile Amerika arasında diplomatik krize neden olacak kadar” büyür” ifadeleri de abartıdır ve meselenin ne olduğunu bilmemenin de ifadesidir.

Ortada bir “diplomatik kriz” YOKTUR; evet, Amerikan elçisi Wallace’ın Hariciye Nazırı Arifi Paşa’ya gönderdiği mektuplar, dilekçeler mevcuttur, ama bunların hepsi, İngiliz elçisi Eyres’in “verdiği bilgiler” üzerinedir ve hepsi de cevaplanmıştır. Her cevaplanan mektup, Eyres’in “yeni akılları” ile tekrar Wallace tarafından Arifi Paşa’ya gönderilmiş ve böylece “kriz edebiyatı” yapılabilecek bir “dosya” oluşması sağlanmıştır! (24)

Wallace, Eyres’den aldığı bilgilerle, Musa Bey’in iki misyoner tarafından teşhis edilmesine rağmen serbestçe dolaşmasını, cezalandırılmamasını diline dolamış, Hariciye Nazırı’nın verdiği belgelerle süslü cevaplarla da susmamıştır!

Arifi Paşa, daha saldırının hangi gün olduğunu bile dört değişik tarihle açıklayan ve böylece saldırı ile değil “yaygara ve vaveylası” ile ilgilendiklerini ortaya koyan bu Amerikan ve İngiliz konsoloslarına, Bitlis Valisi Arif Paşa’nın olayın hemen üstüne gittiğini, soruşturmayı hızla başlattığını, iki misyoner tarafından “saldırganların lideri” olarak gösterilen Musa Bey’in kaçmadığını, aksine hemen teslim olduğunu, misyonerlerle yüzleştirildiği ama TEŞHİS EDEMEDİKLERİNİ  vs. anlatmıştır.

Elçi Wallace’ın bütün bu “kriz” çıkarma çalışmaları, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından, “Babıali gereğini yapmıştır” denilerek de “saygılı davranması” gerektiği istenmiş ve elçi bir nevi “dizginlenmiştir”.

Amerikan elçisi –ve belirtildiğine göre de- “acemi dipolomat” Wallace’ın, İngiliz elçi ve konsolosların oyununa gelerek yürüttüğü mektup diplomasisi, Amerikan hükümeti tarafından “amerikan çıkarları gereği” durdurulmuş, 1885’den 1889’a kadar hiçbir harekette bulunmamışlardır.

İngilizlerce de, oyuna getirilen Wallace’ın yeterli olduğu kanısı hakim olduğundan (yönlendiren olarak daima arkada kalarak) kendi resmi belgelerinde de 1883’de, yani misyonerlere yönelik saldırının olduğu seneden sonra Musa Bey’le alakalı çalışmaları kesmişlerdir; çünkü, “yalan üzerine kurulu velvele ve yaygaranın” temellerini atmış, gelecek ilk fırsatı beklemektedirler artık. 

O fırsat, “Ermeni yutrseverleri” için bir “kahraman”dır belki, rahip Bogos Natanyan’ın, Musa Bey tarafından “ermenilerin fikirlerini fesada yönlendirmekte” olduğunun tespiti ile yakalanıp Muş Mutasarıflığına teslimi, akabinde Natanyan’ın Ermenileri Osmanlı Devletine karşı isyana teşvik eden bir  makale  (25) yazdığının anlaşılması üzerine de ceza kanunun 66. Maddesi gereği ömür boyu hapis ve sürgüne çarptırılmasıyla ele geçer! (İki sene sonra Natanyan ölür.)

İşte bu hadise üzerine, İngilteredeki Ermeni derneklerinin vaveylası ile Nisan ve Mayıs aylarında birdenbire,doğudaki ingiliz konsoslarının bile inanmadığı, ermeni iddiaları Britanya gazetelerini süslemeye başlar.

İddialar oldukça “zalimce”dir.

Musa Bey, kan döken, mal ve para çalan, adam yaralayan, öldüren, ırza geçen birisidir!!!

İngilizler hemen bu iddiaları Babıaliye sorarlar, baskı uygulamaya başlarlar, olayın çok daha büyütüleceğini gören Sultan Hamid, “Musa’nın iddiaları reddettiğini amamuhakeme için İstanbula geleceğini ” kendisini ziyaret eden ingiliz elçisine söyler.

Babıali tarafından (15  Mayıs 1889) Musa Bey’in muhakeme için İstanbul’a gönderilmesi emri Bitlis Valiliğine bildirilir. Vali ile Musa Bey’in arası limoni olduğundan araya “hatırlı aracılar” konur, “derdest edilmemek ve İstanbula gitmek şartiyla” Musa Bey, kendisini karşılayan müslüman ve hristiyanların sitayişkarene lehde gösterileri ile karşılanarak yanında Şeyh Hacı Necmeddin de bulunduğu halde Bitlis’e gelir, oradan kendi köyüne geçer,  22’sinde hareket ederek 8 Haziran’da Erzurum’a varır, bir iki günlük bir isitrahatten sonra tekrar yola çıkarak 18 Haziran’da Trabzon’a varır ve bir rum gemisiyle seyehat ederek İstanbul’a hareket eder ve 24 Haziran’da varır.

Görüleceği üzere bu noktaya kadar Musa Bey’in olumsuz bir tavrı olmamıştır; bilakis Babıaliden gelen bütün emirlere boyun eğmiştir.

Onun İstanbul’a gelmek için yola çıktığını öğrenen İngilterenin İstanbul Büyükelçisi William White, Amerikalıları tekrar mevzuya dahil etmek i maksadiyla, 1883’deki Amerikan misyonerlerinin soyulması ve dövülmesini hatırlatarak ilgili evraklarla Babıaliye başvurması için ABD elçisine “gaz vermeye” çalışmışsa da, elçinin hem yeni bir elçi olması hem de ailesini istanbula getirmekle meşgul olduğundan ilgilenmemesi, onun için bir hayal kırıklığı olarak tecelli etmiştir.

Ama boş durmamış, elemanlarını hemen Ermeni Patriğine göndermiş, Musa Bey aleyhinde ne kadar şikayet ve delil varsa toplması için “kışkırtmıştır”.

Musa Bey de, geldikden hemen sonra 1 Temmuz’da (Tarik gazetesinde ve “resmi” Ceride-i Mehakim’de yayınlanan) Abdulhamid Han’a kendi durumunu anlatan bir mektup göndererek, “kendisine yönelik iddiaların asılsız olduğunu, BİLAKİS, RUS HARBİNDE VE GÖREVDE OLDUĞU MAKAMDA DEVLETE HİZMETLERİ BULUNDUĞUNU, ŞİMDİ KENDİSİNE YAPILAN İTHAMLARDAN ŞİKAYETÇİ OLMAK İÇİN SULTAN’IN YANINA GELDİĞİNİ” dile getirir.

Mahkemeye hazır olduğunu, verilen karar razı olduğunu, verilebilecek herhangi bir cezayı da gönüllü olarak kabul edeceğini, eğer iddialar davacılar aleyhine dönerse onların da cezalandırılmasını isteyeceğini ifade eder.

Görüleceği üzere, Musa Bey’in cezalandırılması için, buradaki ermenilerden ve Ermeni Patrikliğinden çok İngiliz elçileri (ve İngilteredeki Ermeni Cemaati) çaba sarfetmekte ve Ermeni Cemaatinin Britanyada çıkarttığı “dehşet ve vahşet haberleri”ne İstanbul’daki “Ajans Reuters” bile “doğruluğundan çok yalana yakın olduğundan inanılması gerektiği”ne dair “haberler” geçmesine rağmen Musa Bey’in şahsında Osmanlı Devleti ve “KIZIL SULTAN” sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.

The Times’da çıkan “Babıali’de Muş’daki olaylarla alakalı şikayet dilekçesi vermek isteyen 500’den fazla zavallı şikayetçi Ermeni, Sultan’ın emri ile tutuklanmış, Tripoli’ye sürgün edilmes emri verilmiştir; Afrikada’ki kölelerin durumundan çok daha ağır vaziyetde yaşayan Ermenilerin sesleri kısılmaya çalışılmakrtadır” gibi, Musa Bey’in tutuklattığı Bogos Natanyan’ın ceza almasına sebeb olan kitabının ismi misal “Gözyaşı ve Sefalet” edebiyatı yapılmaya çalışılmıştır.

Gazetelerde akla hayale gelmedik ithamlarla Musa Bey ve “şerikleri” itham edilmiş, baştan ve tam bir “yargısız infaz”la mahkum edilmeye çalışılmıştır.

Neticede, yapılan sorgulamaların ardından 23 Kasım 1889 tarihinde, halka açık ve basın önünde, İstanbuldaki konsolosların “teftişinde” mahkeme cereyan etmeye başlar.

İddiaların içerisinde, yukarıda ermenicesi verilen ve aşağı yukarı 2006’dan sonra belli makfiller tarafından” ortaya konulan  Anahit der Minasyan’ın yayası (anne annesi) Gülizar, Kürt Beyi Musa Bey tarafından kaçırıl”ması (26) meselesi yoktur; Musa Bey,  iki “Gülzar”dan yargılanmıştır, “”Tapavanikli köylü Gülzar” ile “Arkovanıklı Gülzar”, ırza değil, kocalarına ve mallarına yönelik şiddet iddiaları ile!

Tek bir ırza geçme iddiası İzutlu Hazar’ın oğlu rahip İranus’ın kızı ve Hamo’nun karısı Ano”ya aittir ve iddia sahibi olan İranus, “damadının (Hano) adını bilmekten aciz”dir; üstelik  ortada ne bir şahit ne bir delil ne de –bu acizden başka- bir şikayetçisi olmayan, üç sene önceki (1886) hadiseyi(!) –bu üç sene oldukça önemlidir, İranus’un, tam üç sene önce Musa bey’den 40 Osmani lira borç para alıp, 17 lirasını ödeyip, borçları oğul ve damadına “takarak” İstanbul’a göç ettiği zaman denk gelmektedir. Kızının ve damadının haysiyetini, -onların şikayetçi olmadıkları malum olduğu gibi ve babaları tarafından da şikayet olduğundan da habersizler- 23 liraya “satan” bir adamın “iddiası!”

Musa Bey on aded dava ile muhakeme edilmeye başlanmış, 1890’un ilk yarısı içinde de davalar neticelenmiş ve MUSA BEY, ALENİ YAPILAN MUHAKEME İLE BERAAT ETMİŞTİR.

Fakat bu İngilizleri bu karar tatmin etmemiş, herkesi kendileri gibi sandıkları için olsa gerek mahkemenin taraflı davrandığını ileri sürüp onun muhakkak cezalandırılması gerektiğini çeşitli kereler hükümete bildirmişlerdir.

Bunu başaramayacaklarını anladıklarında da, prestijlerini kurtarmak için, “hiç değilse sürgün edilsin” demeye başlamışlardır; malum sebeblerle Musa Bey’in hiçbir şekilde Muş-Bitlis’e dönmesini arzu etmemektedirler çünki.

Abdulhamid Han bunu da kabul eder, Musa Bey’i artık bundan sonra Hacı Musa Bey olacağı Medine’ye sürgün eder; görevi zaptiye işleridir ve orada yine İngilizlerin başına bela olur!

Fakat işin bir başka vechesi de bütün bu YALAN VE KASITLI İTHAMLARIN Hacı Musa Bey’in ömür boyu ve hatta vefatından sonra da çekeceği bir “yük” olduğudur.



Kürtleri Aşağılayan Kürt Şövenistleri



Hacı Musa Bey ile alakalı olarak yapılan “özel  bir çalışma”, mahkeme döneminde dahi yoktur.

Dava ile alakalı, ifadeler, savunmalar, iddialar, ithamlar içerisinde geçmesinin haricinde onu tek başına ele alan bir çalışma 2004 senesine gelinceye kadar olmamıştır; o seneden hemen sonra dahi onu tek başına ele alan bir çalışma  olmamıştır; 2004 senesinde basılan ve 1883’deki misyoner hadisesi ile 1889’daki mahkeme sürecini sorgu, iddia, savunma ve karar metinleri yayınlayan Prof. Musa Şaşmaz’ın “Kürt Musa Bey Olayı” isimli kitabı, gerçekten de konusunda tekdir ve “objektif”dir.

Özellikle iddiacıların sorgu metinlerini yayınlayarak, doğduğu yeri, babasının adını, karısının adını, damadının adını bilmeyen, diğer şikayetçilerle anlattıkları olaylarda binbir tenakuza düşenleri ortaya koyması, -ne garip bir tecellidir ki!- 120 sene sonra, Hacı Musa Bey’in tekrar alçakça bir şekilde itham edilmesine zemin olmuştur.

Bahsigeçen kitabı okuyanların, Musa Bey’le alakalı ithamları görecekleri gibi, şikayetçilerin “yalancılıklarını”, İngilizlerin çevirdiği dolapları, hem de İngiliz belgeleriyle öğrenmeleri mümkün olacaktır.

“(Hacı Musa Bey’in) Onun acımasızlığı bugüne kadar başta Recep Maraşlı, Mehmet Emin Bozarslan ve Naci Kutlay olmak üzere bir çok Kürt entelektüeli tarafından da defalarca konu edilmiş, eleştirilmiştir diyen yazarlar, işte bahsegeçen kitapda ALÇAKÇA VE KIZININ NAMUSUNU 27 OSMANİYE’YE SATANLARIN YALANLARINI, İngiliz konsolosluğunun “gözetiminde”, basına ve halka açık bir şekilde aleni olarak yapılan mahkemede beraatle neticelenmiş iddiaları tekrarlamakdan başka bir şey yapmamaktadırlar.

Bunun başlangıcını da, Musa Şaşmaz’ın yalanları bir bir gösteren eseri ortaya çıktıkdan sonra, “Ermeni Soykırımı”nı can-ı gönülden kabul eden ve yıllardır yurtdışında bununla meşgul olan “Rızgari’ci” sayın Recep Maraşlı yapmış, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı isimli kitabı 2008 senesinde yayınlamıştır. (27)

“Liberal sol“ olarak isimlendirilen Birikim “çevresi”nde yazıları yayınlanan sayın Sait Çetinoğlu da buna katılmış, Hacı Musa Bey üzerinden,  ALÇAKLIKLARI YAYMAYA başlamıştır:

“- Oysa çok iyi bilinmektedir ki Soykırım aktörleri Kürt Hacı Musa, Cemile Çeto, Ashkar Sımko, Kör Hüseyin Paşa… gibilerin Kürt yurtseverliğiyle bir ilişkileri yoktur.” (28)

Gördüğünüz gibi, Azadi örgütünün kurucuları, Şeyh Said hadisesinin aktörleri, yani Kemalizme karşı şu veya bu şekilde mukavemet göstermiş, en önemlisi de Sultan Hamid’e TAM İTAATLİ insanlar, Osmanlı’ya sadık olanlar, “Kürt Direnişi”nin temellerini atanlar  bir çırpıda, “kızının ve damadının haysiyetini, şerefini 27 Osmani liraya satan Iranus’un” yalanları ile “katil ve tecavüzcü” olarak damgalanıyor!

Bir başka mesele, “Ermeni Soykırımı”nı yapanlar olarak “Kürt Şovenistleri”nin ilan ettikleri, İttihatçılardır; İttihatçıların, Alman Genelkurmay’ının  da “olur”uyla “Tehcir”e karar verip, bu esnada “soykırımı” hapishane kaçkınları, eşkiyalar vs. ile gerçekleştirdiklerini iddia ederler.

Doğruluğu üzerine konuşma yeri burası değil fakat, Hacı Musa Bey meselesinde –nerelerinden yaptılarsa- sayın Ayşe Hür’ü “tarihçi” ilan ederek, onun bir makelesinden (29) hareketle “devletin ona gözyumduğundan ve TC’nin ilk döneminde de el üstünde tutulduğundan” bahsetmektedirler, elbette burada kasıtları, “Ermenileri kestiğinden ötürü Ankara tarafından desteklendi” mavalı...

Gerçek  şu ki, yukarıda bahsedildiği üzere, “soykırım aktörü” olarak gösterilen Hacı Musa Bey’in, “kripto ermeni” değilse, sayın Sait Çetinoğlu gibi kendi “ırkına nefret duyanlarca” , bir el çabukluğuyla “tehcir ve soykırım”dan mesul tutulması, ve “TC tarafından el üstünde tutulması”nı “sallalamaları”, onu da İttihatçı “yapma” uyanıklığından başka bir şey değildir.

Oysa, Hacı Musa Bey’in İttihatçılıkla bir alakası yoktur.

Ama Naci Kutlay gibi artık “hatıraları” için dinlenen kişilerin, onun “ne kadar vahşi” olduğunu ve “kürtlerin nasıl ona karşı olduğunu” anlatmak için için 1889 meselesi içinde örnek verdiği “Bir Kürt” takma adlı Dr.Aduvullah Cevret (Abdullah Cevdet), hem Jön-Türk’dür hem de İttihatçıdır hem de TC’nin nerdeyse “Kurucu Babaları”ndan birisidir!

Anlaşılması gereken husus, Hacı Musa Bey’in, Osmanlı hayattayken, hususen Sultan Hamid devrinde, TAM BIR VATANPERVER gibi çalıştığı, devleti “parçalatmamak” için kanuni görevini yerine getirdiğidir; “OKUMUŞ” KESİMİN, “ISLAHAT” PEŞİNDE İNGİLİZ VE FRANSIZ KONSOLOSLUKLARINDAN ÇIKMADIKLARI ve “nasyonalizmi” her şekilde  kışkırttıkları zaman diliminde, o “saha”da, Sultan Hamid’in siyasetini takip etmekteydi.

Kürtleri “tarihle yüzleşmeye”  çağıran “diaspora Kürtleri”nin, 120 sene önceki “diaspora kürt ve ermenileri”nden hiçbir farkı yoktur; bari birazcik “asra uygulasalardı” diyesi geliyor insanın!

120 sene önce neler söylemişlerse, şimdi de yine aynılarını!

Ve üstelik bunların hepsi de ÇÜRÜTÜLMÜŞ YALANLAR!

İşte bunlardan birisi:

Kürtler’in Ermeni soykırımını destekleyip buna katılmasının başlıca iki nedeni var: Birincisi Ümmetçi İslam etkisi, ikincisi Ermeni topraklarını ve zenginliklerini gasp etme olanaklarının doğması.(30)

Kürtler “menfaatlerine” geldiğinden “ermeni soykırımı” yaptılar demek ne demek?

İsrail devletinin hala Almanları “aşağılamak” için uyguladığı taktiğin aynısı bu değil midir?

Buna göre, sadece Naziler değil, “sessiz kalan Almanlar” da “Holokost”dan sorumludurlar!

Sırıtarak poz vermekten ve sayın Musa Şaşmaz’ın kitabı ortaya çıkınca alel acele kitap yazıp yukarıdaki cümleleri ve daha da ağırlarını lakırdamak ne anlama gelir?

“Kürtler” ifadesiyle  topyekün bütün kürtleri “ermeni katili, hırsız” olarak nitelemek ne demek?

Sayın Öcalan ve sayın Karayılan başta olmak üzere diğer sayın gerillalar ve sayın BDP üyeleri, sayın Bağımsız milletvekilleri, sayın Önder, sayın Demirtaş, kendi ceddini “hırsız, katil ve tecavüzcü” gören sayın Maraşlı’nın dediklerine karşı SİVİL İTAATSİZLİK içinde tepki gösterecekler midir, bir yanıt verecekler midir yoksa, “KÜRT AYDINLANMASI” böyle olur diyerek ALÇAK, KATIL, HIRSIZ VE TECAVÜZCÜ DAMGASINI –aşağılık bir damga olarak- ALINLARINDA TAŞIMAYA devam mı edeceklerdir?

Kuşkusuz, bilemeyiz.

Bildiğimiz ise şudur:

Hacı Musa Bey, onu “tecavüzcü, katil ve hırsız” olarak göstermek isteyenlerin yine bir aşağılama olarak ve “Kürt Yurtseverleri”nin uzak durması için söyledikleri şekilde “BİR HİLAFET SAVAŞÇISIDIR”, 1923 öncesinde de böyleydi, 1923 sonrasında da ve başına gelenler, NESLİNİN başına gelenler de hep bundan!

Sayın S. S. Önder’in, “Kürt Musa’nın ermeni katliamındaki rolünü bilmiyordum, özür dilerim, ama Salih Mirzabeyoğlu meselesinde durduğum yerdeyim” açıklaması, “Kürt Musa” tabirinden anlaşılacağı üzere, onun 1893-1899 arasındaki MİSYONER POZİSYONUNDAKİ ERMENİ İDDİALARI üzerine yapılmış gibi dursa da, “ermeni katliamı” diyerek 1915 tehcirine “atıf” yapması, aslında sayın Önder’in HİÇBİRŞEYDEN HABERİ OLMADIĞINI ortaya koymaktadır.

1915’de artık ortada “Kürt Musa” yok, Medinedeki zaptiyelik vaziyesi esnasında kazandığı  “Hacı”  ünvanı ile “Hacı Musa Bey” vardır; üstelik, “Kürt Musa” tanımlaması ermenilerin kullanımdır, Osmanlı evraklarında ve İngiliz belgelerinde de -1883 ve 1889 arası- ismi “Musa Bey” olarak geçer; “Bey”lik hem vazifesinden kaynaklanmaktadır hem de Hakkari hanedanlığından, “Mirzabeyoğulları”ndan…

Sayın Önder, bilmeli ki, Hacı Musa Bey’e yönelik bütün iddialar, ermenilerin, konsolosların, halkın ve basının önünde yapılan açık dava sürecinde, “devletin eliyle değil”, okuduğu zaman görülecektir, iddiacıların iddialarını ispatlamak bir yana, yalanlarının, tenekuzlarının, saptırmalarının ve “ölülerin rivayetleri”ni anlatmaları üzerine beraat etmiştir.

Sayın Önder, “Kürt Musa”ya “tecavüzcü, katil, hırsız” denilmesine döne dolaşa özür dileme “turuna” çıkması ile, farkında değildir herhalde, şu anda kendisinin milletvekili seçilmesine verdikleri oyla sebeb olan KÜRTLERİ TECAVÜZCÜ, KATİL VE HIRSIZ olarak nitelemektedir; sayın Burcu Gürsel’in yazısı da bunun kanıtdır.

Onun için başta söyledik, “şamar oğlanı” rolüne girmeye hiç gerek yok.

Okumak gerekiyor! (31)

Sağ tarafına baksa orada Yılmaz Erdoğan’ı görür, onun eşinin dedesini, işte onlara sorsun veya “deden tecavüzcü ve hırsız ve katildi!” desin, alacağı cevabı da “özgür” olarak yazsın!

Hacı Musa Bey’i müdafaa etmek ve hatta bu aşamadan itibaren BAYRAKLAŞTIRMAK, tüm Kürtlerin kendilerine olan saygılarının biricik vazifesi olmalıdır; onu savunmak, “hilafet savaşçısı”nı savunmakdır, onu savunmak, torunu Salih Mirzabeyoğlu’nun niye ÖLÜME MAHKUM edildiğini ve niye şu anda işkenceye muhatap olduğunu da anlamanın yolu olacaktır!

Var mısınız Sayın Önder?


ALİ BABA






Notlar:

(*) Mübarek hayvanlar.

(**) Sayın Musa Şaşmaz’ın “Kürt Musa Bey Olayı” isimli kitabından, “misyonerlerin mektupları ve İngiliz elçilerinin raporlarına” göre kısaltılarak alınmış, biraz da düzeltilmiştir.
 
1) Sırrı Süreyya Önder, “Salih Mirzabeyoğlu’na İşkence Son Bulmalı” Tv 24
http://www.youtube.com/watch?v=CCqBOsRrPRY"

2) Ayda Erbal – Erdem Özgül."Sorumluluk, “Kahramanlık” ve Sırrı Süreyya Önder."
http://azadalik.wordpress.com/2011/05/28/tarih-kahramanlar-ve-sirri-sureyya-onder/#_ftn1

3) Erdem Özgül. "Anahid'in Sevincini ve Hüznünü Paylaşmak."
http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=3455

4) Sırrı Süreyya ÖNDER. "Seçim notları". 31.05.2011. http://www.ozgur-gundem.com. 
http://azadalik.wordpress.com/2011/05/31/secim-notlari/
  
5) S.S.Önder röportajı. "Sırrı Süreyya: İçerisi dışarıdan iyi durumda." DEMOKRAT HABER /
Mehmet Göcekli - Cemal Polat. 04 Haziran 2011 Cumartesi.

6) Sırrı Süreyya ÖNDER."Seçim notları II". 14.06.2011.http://www.ozgur-gundem.com.

7) Burcu Gürsel. "Cümlenin Ahı: Sırrı Süreyya Önder’in Seçim Notları Üzerine Bazı Notlar.
http://azadalik.wordpress.com/2011/06/07/cumlenin-ahi-sirri-sureyya-onderin-secim-notlari-uzerine-bazi-notlar/

8) Ayda Erbal, "LGBTT örgütleri, Feministler, Evsiz Barksızlar ve Sırrı Süreyya Önder" başlıklı yazısında buna da temas ediyor: 

"Oysa bu yazının bir kaç hafta önce değil de seçimlere yakın bir zamanda yayımlanmış olmasında niyet aramış olan Sırrı Süreyya Önder taraftarlarının şunu bilmesi gerekiyor. Sözkonusu yazı yaklaşık sekiz hafta önce hazır olmasına rağmen kendisine basılacak yer bulamamıştır. Yazıyı reddedenlerden sadece bir tanesinin nedeni teknik, diğerlerinin nedeni ise Sırrı Süreyya Önder’e biat ve seçimler öncesi eleştiriyi pasif susturma ile devre dışı bırakma isteğidir. Elbette ki Sırrı Süreyya Önder bütün bu olan bitenden sorumlu değildir. Ancak tercihimizin devletin aktif susturması ile (301), ahbap çavuş ilişkilerinin pasif susturması seçeneklerine sıkışmış olması oldukça kaygılandırıcıdır."
https://azadalik.wordpress.com/2011/06/07/lgbtt-orgutleri-feministler-evsiz-barksizlar-ve-sirri-sureyya-onder/

Yazıda, ayrıca sayın Önder'in "LGBTT örgütlerinden de özür dilemesi" üzerine şöyle deniliyor:

"Birinci özürle başlayalım: Önder’in LGBTT[4] örgütlerine dilediği özrün temelindeki “seçim bildirgesinde olup da seçim broşürüne yansımamış sözler”in ne olduğunu bilemiyoruz. Önder keşke o sözleri köşesinde de aktarsaydı. Çünkü böylece Önder iki önemli şeyi birden yapmış olacaktı, hem bu sayede LGBTT argümanlarına bir kez daha yer vermiş, hem de bu konudan o gün haberi olmuş seçmen tabanını da meselenin ne olduğu konusunda eğitmiş olacaktı.

Feministlere ilişkin özrünü aktarışı da aynı dertten muzdarip. Önder diline “maço”luk sızmış olmasından utandığını, öğrenmesi gereken çok şey olduğunu söylüyor ancak yine feministlerin kendisine tam olarak hangi deyim, kelime ve söylemlerden dolayı uyarıda bulunduklarını söylemiyor. Oysa hem yukarıda LGBTT örgütleri bağlamında sözünü ettiğimiz ötekine söz verme ve tabanı eğitme gereği nedeniyle, hem de özrün gerçekten özür olabilmesi için neyin ne olduğunun ayrıntılı bir şekilde anlatılması gerekiyor. Çünkü kamusal özrün özel alandaki özürden farklarından biri özür dilenmesi icap etmiş konular hakkında da kamuoyunu ayrıntılı bir şekilde bilgilendirmektir. Bunların yapılmadığı yerde Önder yapısal olarak güçsüz olana yer vermiş ancak bu yer verişi kendi çerçevelemesiyle yaptığından aynı zamanda paradoksal olarak sesini kısmış oluyor."

Sayın Önder'in "nereden diledim şu özrü kardesim!" dediğini varsayıyoruz! Ve "maço"luk takıntısına da "gerek" olmadığını; onca "özür dileme turu"ndan sonra!

9) Sayın Erbal ve sayın Özgün'ün birlikte kaleme aldıkları, "Sorumluluk, “Kahramanlık” ve Sırrı Süreyya Önder" başlıklı yazıda şöyle deniliyor:

"Sırrı Süreyya Önder’den beklediğimiz akademisyenlik kriterleri değildir ancak ciddi bir gazetecilikte bile bir torunun yazdığı kitaptan hareketle söz söylenemeyeceği aşikar olmalıdır. Dolayısıyla özellikle bu konularda salt iyi niyet değil azami bir özen ve ciddiyet standardı beklemek sanırız en doğal hakkımız."

Bir noktada haklılar elbette, "akraba ilişkisi" nedeniyle iltimas geçilebilir, fakat bu "hassasiyetlerini", sayın Önder'in "özür dilemekten bitap" düştüğü ve hala da "tatmin edemediği" iki sayın yazar kendileri niye uygulamıyorlar ki? Polemiğimizin içerisinde de görüleceği üzere, Hacı Musa Bey'le alakalı bütün iddialar, İngiliz konsosloslarının bile inanmadıkları, dava ile alakalı bilgilerin "öğretilmiş" olduğu kişilerin yalanlarından ve tenakuzlu "şahitliklerinden" ibaret; bu sebeble de davalar beraatle neticelendi. Kala kala elde "Madam Anahid'in hüzün ve gözyaşları" ile dinlediği, dava açılması hususunda kaale bile alınmayan "Gülo'nun ırzına geçilme türküsü"nden başka, yani "torununun gözyaşları"ndan başka ne var? Kaldı ki bu da bir "türkü"! Ozan'ın birinin "uydurmadığı" ne malum? Üstelik hiç de bahsedildiği gibi değil farklı versiyonları olduğu da ortadayken, Hacı Musa Bey'in tutuklattığı Bogos Natanyan'ın "Gözyaşı ve Sefalet" edebiyatına sarılmak bir kenara, sayın Önder'in, "torun" Salih Mirzabeyoğlu'nun "anlatımlarını" aktarması kabahat oluyor da, "Madam Anahid der Minasyan'ın anası Gülo"hakkındaki -anlatımları bile değil- "türkü"yü dinlerken "gözyaşı dökmesi", "azami bir özen ve ciddiyet standardı" oluyor değil mi?!

10) İstanbul. Pêrî Yayınları, 2008. Sayın Recep Maraşlı'nın, kitaba verilen önemi düşündürten, "tanıtım kokteyli"nde yaptığı konuşma için:
http://www.nasname.com/tr/6369.html

11) Naci Kutlay. "Ermeni Gülo'ya Kürtçe ağıt". Ozgur Gundem.
http://www.gundemimiz.com/haber.asp?HaberId=2054

1931 doğumlu olan Naci Kutlay da, sayın Recep Maraşlı'nın açtığı "yoldan" ilerlemekte... Yine Madam Anahid'in "gözyaşı"na sarılmakta... Sayın Kutlay, geçmiş döneminde söylemediklerini, sayın Recep Maraşlı'nın eseri çıktıktan sonra "ezber" yapmış olarak tekrarlamaktan başka birşey yapmıyor ki esefle kınıyoruz. Baran dergisine vermiş olduğu röportajda Hacı Musa Bey ve ailesi hakkında şu ifadeleri de kullanıyor, bildik ezberin yanında:

"- ...şey etmemişler, yani orada yaşamlarını yaşamışlar, “derebeylik” yapmamışlar (Mirzabeyler). Bilinen insanlar… Şey değiller öyle, o, bilinen mânâda, tarihteki o tavırlar var ya; “despot” tavırlar vesaire. Onlardan değil. Zaten öyle çok modern ziraat de yapmamışlar. İşte hayvancılık, ziraat yapmışlar. Ermenilerle iyi geçiniyorlar, Ermenilerden de hep yararlandılar."


Bu, sayın Kutlay'ın, "diaspora"sız düşünceleri; "bölge insanının" düşünceleri aslında; fakat, sayın Şaşmaz'ın kitabıyle birlikte misyoner pozisyonunda yerlalanların yalan ve iftiraları tekrar ortaya koymasıyla, bu düşüncelerin yanına "onları" da ekleyiveriyor. "Madam Anahid ve Gülo"dan bahsetmesi, bunun delili. İnanıyoruz ki, aslında sayın Kutlay da bunları pek "önemsemiyor", yoksa o söyledikleriyle kendi babasını da, dedesini de "katil, tecavüzcü, hırsız" yapma yolunu açtığını görürdü. Kaldı ki, sayın Kutlay, "ermeni kırımının suçunu Kürtlere atmak istedi ittihatçılar" diyerek "diaspora kürt"ünün "katil ve hırsız kürtler tezi"ne de karşı. "Gençlere ayak uydurma" çabası diyerek çıkıyoruz.

12) bkz: Erbal-Özgül mkl.

13) bkz. Gürsel mkl.

14. bkz.Erbal-Özgül mkl. Aslında bahsettikleri gibi, "Recep Maraşlı, Mehmet Emin Bozarslan ve Naci Kutlay olmak üzere bir çok Kürt entelektüeli" cümlesindeki "birçok" ibaresini, sayın Musa Şaşmaz'ın bahsettiğimiz kitabı üzerine karşı olarak sayın Recep Maraşlı'nın kaleme aldığı kitabdan "sonra" olarak diye telaffuz etmek, anlamak gerekir. O kitaba kadar Hacı Musa Bey meselesi yoktur. Ama onun üzerinden nerelerle hesaplaşıldığını ortaya koyan kitap yazıldıktan sonra "bildik nakaratlar", 120 sene sonra tekrar söylenmeye başlamıştır; üstelik, 1893 ve 1899'daki hadiseler 1915 ile karıştırılarak! Tam bir üçkağıtçılık! Ve dikkat ediniz, sayın Maraşlı ve diğer sayın yazarlar, sayın Şaşmaz’ın kitabını muhakkak okumuş olmalarına rağmen, ondan hiç bahsetmezler! Bahsettikleri tek yer, -ana metinimizde bahsettiğimiz- “11 nolu dipnot” kısmında, kitaplardan bir kitap olmasıdır onların gözünde.  Oysa, bütün iddialarını bitiricidir!

15) bkz: Erbal-Özgül mkl. Sayın Naci Kutlay'ın, burada bahsedilen yazısından sonra üstelik Baran Dergisi'nde yayınlanan röportajında, "Mirzabeyoğulları Ermenilerle iyi geçinirlerdi, derebeylik yapmamışlardır" demesini hatırlatırız. "Serhat bölgesi"ndeki "ermeni karşıtlığı"nı da "yeğeni Kaspartın (sic) kızı  Guloya (Gülizar) yaptıklarına Avrupalı devletler karşı çıktılar" cümlesini de, kürtler, yalanın o devletler tarafından sahiplenilmesi üzerine, bu yalanı üreten Ermenilere karşı -o dönemde yaptıkları köy basmalar, müslümanları katletmeleri vs.- daha da bir öfkeye kapıldılar, diye anlamak gerekir.

16) bkz: Erbal-Özgül mkl. Burada kastedilenin aslı yoktur. 1893'deki misyoner meselesinden sonra 1899'a kadar Hacı Musa Bey'le alakalı bir "hukuki çalışma" yok; halka açık yapılan mahkemelerden sonra, "sürgün" adı altında Medine'ye gönderilmiş, orada Hicaz Demiryolu ile alakalı olarak "zaptiye" faaliyetinde bulunmuştur.

17) bkz: Erbal-Özgül mkl. Çok güzel. Türk ırkının ıslahı için "damızlık avrupalı" getirilmesini isteyen sayın Dr. Aduvullah Cevret/Abdullah Cevdet'in "lekelemesi", Hacı Musa Bey için bir onurdur. Ve ne gariptir ki, sayın Cevret'in ardılı olan İttihatçılar "Ermeni Soykırımı" yapmıştır! Sayın yazarlar buna hiç girmezler ama! Musa Bey'in "lanetlenmesi" meselesi de "yaygın olmamakla" birlikte elbette olmuştur: Sayın Dr. Cevret, mahkemelere çıkan "sayın yalancı şahitler" vs. gibilerce “lanetlenmiştir”, buna şeksiz ve şüphesiz inanıyoruz.

18) bkz: Erbal-Özgül mkl.  "Gülo'ya ağıt" hakkında: http://azadalik.wordpress.com/2011/05/28/tarih-kahramanlar-ve-sirri-sureyya-onder/#comment-15 (yorum kısmına bakınız)

Bahsedildiği üzere, sayın Erbal ve sayın Özgül'ün naklettikleri şekilde bir anlam yoktur "ağıt"ta. İki farklı "Gülo'ya ağıt" versiyonu için:

Lilith Pipoyan – Gûlo
https://www.facebook.com/video/video.php?v=1259282094456&oid=38388996866

Hasmik Harutyunyan – Gûlo
https://www.facebook.com/video/video.php?v=160298584030752&oid=156826484357675&comments

19) bkz: Erbal-Özgül mkl. Sayın "tarihçi" Ayşe Hür'ün, "Nitekim devletin Musa Bey’i meşrulaştırması imparatorluğun dağılmasıyla son bulmaz" bu cümlesine vurgu yaparak onun Mustafa Kemal tarafından "el üstünde" tutulduğuna "delil" sayıyorlar. Bir hokkabazlık da budur sayın yazarların yaptıkları arasında! Mustafa Kemal'in, anadoluya geçtiği zaman "başaramazsak, yanınızda yerimiz var mıdır?" diye hürmet ifade eden ve Hacı Musa Bey'in hem Doğu'da hem de Babıali'deki "mevkii"ni ortaya koyan mektupları da vardır. Bunlar, "ermeni soykırımı" yaptığı için yazılmamıştır, yapılmamıştır -küçücük bir zeka belirtisi olanlarca dahi- anlaşılacağı üzere.

Üstelik, Hacı Musa Bey, ittihatçı düşmanıdır; gerek Erzurum gerek Sivas Kongrelerinde gerekse Meclis'de "vallahi, billahi İttihatçı değilim!" yeminleri edilirken, ettirilirken, ne olduğu malum M. Kemal'in Hacı Musa Bey'e boş yere iltifat yağdırması düşünülemez; kaldı ki o yağdırsa bile, Bitlis Valisi'ne 1000 Osmani lira verdiği  bir zamanda malum mahkemeler için "ifade vermeye çağrıldığında", sırf bu para meselesinden valiye teslim olmayıp, işte sayın yazarların ve sayın Maraşlı'nın "kaçtı" demelerine sebeb olacak kadar haysiyetine sahip birisi olan Musa Bey'in bu numarayı "yutması" mümkün müdür? (Valiye taslim olmamıştır bu sebeble ama, "Sultanımın emri başım gözüm üstüne" deyip, İstanbul'a ifade vermeye hemen gitmiştir ve anlatıldığı üzere, Muş ve Bitliste'de hem müslümanlar hem de Hıristiyanlar tarafıdan sitayişle karşılanmıştır.)

20) bkz: Ayda Erbal. "LGBTT örgütleri, Feministler, Evsiz Barksızlar ve Sırrı Süreyya Önder".

Sayın Ayda Erbal'ın, sayın Önder'i günde 10 vakit "özür dilerim" yazmasını istemesi ama yine de tatmin olmamasi gibi birşey bu yazı! Üstelik burada bahsedilen yazılarını da sayın Önder'in "özür dilemesi" için "yazmadıklarını" söylemesi de garip... "Mümkün olduğunca çok insana okutabilmek"miş dertleri, "Kürt Musa'nın tecavüzcü bir katil" olduğunu... Kına yakabilirler sayın yazarlar!

21) bkz: Erbal-Özgül mkl. Sayın yazarların teryüz edebiyatı burada kendini açıkca gösteriyor. "Ayrıca" diye bahsedilmesine gerek yok; bu abartıdır, Hacı Musa Bey'e yönelik komplonun ifadesidir.
Bahsettiğimiz gibi, Hacı Musa Bey ismi ilk önce o misyonerlere yapılan saldırı ile gündeme gelmiştir, "ayrıca" ifadesi "Ermenilere yaptıklarıyla" ilgili olarak kullanılabilir iddiaları açısından. İki misyonerin de şikayetçi olmadıkları, daha sonra Hacı Musa Bey'le yüzleştirilmelerine rağmen tanımamalarını da yazmıyorlar elbette sayın yazarlar.
Amerika ile "diplomasi krizi" de olmamıştır; "kriz", elçi Wallace'ın, ingiliz elçisi Eyres'in "gazına" gelmesi ile hareket ederek elçilik ile Amerikan dışişleri Bakanlığı arasında olmuştur, elçi görevden alınmıştır, 1893'de gerçekleşen bu hadiseden  sonra 1899'da kurulan mahkemelerde Amerikalılar dava bile açmamışlardır. Tarihin "Madam bilmemnenin gözyaşlarına" feda edilmesi böyle olsa gerek!

22) Prof. Musa Şaşmaz. "Kürt Musa Bey Olayı 1883-1890". syf: 30 Kitapevi. İstanbul. Şubat  2004. Buradaki ifade sayın Şaşmaz'ın İngiliz belgelerinde bulduğu raporlara binaendir. İki ingiliz elçisinin birbirlerine olan mektuplarından aktarmadı. Kitapda orijinali de mevcuttur. Belirtelim ki, sayın Şaşmaz'ın kitabı, bu makalemizin de "omurgasını" oluşturmuştur, kendisine teşekkür ediyoruz.

23) bkz: Şaşmaz. syf: 30.

24) bkz: Şaşmaz.

25) Makalenin ismi de Ermenilerin yüzyıldır yaptıklarının tıpkısı: "Gözyaşı ve Sefalet Risalesi".

26) İddiacılar ortalıkta gözükmemektedir. Davaya gelmemişlerdir. Dava açılan çoğu iddia gibi bu da "filancanın veledi bilmem kimden  duydum, o söyledi, o da falancadan duymuş" rivayetlerine dayanmakta olan bir iddia.

27) bkz: 10. dipnot. Kitabın yazılmasını "diyarbakır zindanı"na borçlu olduğunu söyleyen sayın Maraşlı, "Rizgari"nin sorumlusu olmasına rağmen, Doğu'daki "ermeni soykırımı ve mallarının gaspedilmesi" meselesini "yeni" duymuştur! Buna inanırsak, vay o Rizgari'nin haline! Dünyadan habersiz sorumluların elindeki bir "örgüt!"  Kuşkusuz doğruluk payı da olabilir elbette, memleket sosyalistlerinin “Stalin diktasını” keşfetmeleri bile olaydan 50 sene sonradır!

28) Sait Çetinoğlu. "1915 Soykırımı Sürecindeki Kürtler Üzerine Kısa Birkaç Not". https://azadalik.wordpress.com/2011/06/02/1915-soykirimi-surecindeki-kurtler-uzerine-kisa-birkac-not/

29) Ayşe Hür. "Osmanlı'dan bugüne Kürtler" isimli seri makalenin ikinci kısmı. "Taraf gazetesi. http://www.taraf.com.tr/haber/osmanlidan-bugune-kurtler-ve-devlet-2.htm

30) Ömer Tuku. "Recep Maraşlı: Kürt eleştirel sözünün bir sözcüsü". http://www.kurdinfo.com/gotar_bixwine.asp?id=110&yazid=45 Sayın Maraşlı'nın kitabının tanıtımıdır. Okunmasını tavsiye ediyoruz.

31) Sayın Önder'in "direniş edebiyatı" veya "edebiyat direnişi" ile alakalı kitapların yanında, kendisini seçenlerin tarihiyle alakalı kitapları okumasını dileriz. Özellikle sayın Musa Şaşmaz'ın bahsettiğimiz eserini muhakkak okumalıdır; okudukça görecektir ki, kürtleri aşağılayan bahsettiğimiz sayın yazarların iddiaları gibi gerçek bir efsanevi şahış olan Hacı Musa Bey, "devletçe" beraat ettirilmemiş, bilakis, iddiacıların yalanları ortaya konulduğundan bu karar alınmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder