16 Nisan 2011 Cumartesi

“Kes-Yapıştır” İddianameler




 

 We are drowning in information but starved for knowledge.
John Naisbitt




Ergenekon soruşturmalarını "özel yetki" ile yöneten savcı sayın Zekeriya Öz'ün, terfi ettirilerek “genel” başsavcı yardımcılığına getirilmesiyle soruşturmalardan alınmasından sonra pek çok yazı kaleme alındı, televizyon kanallarında muhtelif tartışmalarda sıcağı sıcağına ve hararetle işlendi.
Mevhum bir "ittifak" olan "sol liberaller ve muhafazakarlar ittifağı"ndan ve Ergenekon "yandaşları"ndan bu konuda çok şeyler söylendi. Bunları burada tek tek yazacak değiliz.
Ergenekon soruşturmlarında soruşturulanların "yüzde yüz suçsuz" olduğuna inananların söylediklerini bir kenara koyarsak, kendisi de eski bir savcı olan sayın Gürsel Avcı'nın "anlamadılar savcım" demesindeki "kırgınlık" duygularındaki "hissi vurguları"n üzerinde de durmadan geçersek, "dünya yansa yorganım yok!" kıvamında "rahat" yazan ve bu açıdan da "makul" bir değerlendirme yapan sayın Ali Bayramoğlu'nun konu üzerine kaleme aldıkları, mevzunun anlaşılabilirlik sathında ele alınması gerekir galiba:
"- O zaman durumu nasıl açıklamalı?
Akla iki ihtimal gelecektir.
1. Devlet içinde siyasi iktidar, yüksek yargı ve muhtemelen askerin dâhil olduğu yeni bir ittifak söz konusudur. Bu ittifak Ergenekon davasının (dolayısıyla Balyoz ve Kafes'in de) yavaşlatılmasına giden bir hat üzerinde oluşmuştur.
2. Siyasi iktidar Ergenekon sürecinin git gide hukuk rayından çıkan bir görüntü vermesinden kendi meşruiyeti açısından rahatsızlık duymaktadır. Ayrıca son gelişmelerin (gazeteci tutuklamaları, kitap baskınları ve toplatılması) yarattığı tepki HSYK ve siyasi iktidarı tedbir alma, devreye girme konusunda harekete geçirmiştir.
Bu ihtimallerden birincisi hiç şüphe yok ki, sık dile getirilecektir, her iki cephe de buna sarılacaktır.
Ancak geçerli olanın ikinci ihtimal olduğunu sanıyor, görev değişikliğinin Ergenekon sürecinin hukuki raya oturtulması arayışı çerçevesinde yapıldığını, HSYK'nın tasarrufu ile Adalet Bakanlığı'nın eğiliminin kesiştiğini düşünüyoruz.
Bizce olan budur...
Umalım öyle olsun..."
HSYK'nın "kendi başına karar aldığı" kabülü üzerinden kaleme alınsa da, "Siyasi iktidar Ergenekon sürecinin git gide hukuk rayından çıkan bir görüntü vermesinden kendi meşruiyeti açısından rahatsızlık duyma"sını, aslında bu tip tezadlı ifadelere pek yer vermemeye veya verecekse de "eski HSYK üzerinden" işaretleyen sayın Bayramoğlu, "durum"u "o Zaman" zımmen de olsa siyasal iktidarın KARARI olarak görüyor ki  12 Eylül referandumundan önceki "durum" veya "yargıya müdahale eden eski HSYK'cılar ve beyaz türkler"le mevcutlu halde bulunan "siyasal iktidar" ve "destekçilerinin" arasında “NE FARK VAR?” sorusunu zımmen-gizlice değil APAÇIK olarak sormayı gerektiriyor, gerekiyor.
Fransız aksiyoner filozoflardan birisinin, "KANUNLAR ÖRÜMCEK AĞINA BENZER, GÜÇLÜLER YARAR GEÇER, ZAYIFLAR TAKILIR" beyanı, tespiti, YÜZYILLARI AŞIP GELEN BİR TESPİT olarak, sembol haline getirildiğinden biz de ona vurgu yaparak söyleyelim,  “12 Eylül Referandumu" öncesi ile sonrası arasında FARK OLMADIĞINI ortaya koyar.
Konumuz elbette bu değil; konumuz, (bloğumuzun isminden de anlaşılacağı "umumi polemik" olduğundan ama "sataşma" değil; bir "netice" elde etmeye, bir "hakikati" ortaya koymaya çalışan "fikir çatışması" üzerindeyiz) sayın Zekeriya Öz'ün görevden alınması üzerine, bahsettiğimiz ve zannımızca herkes tarafından ASGARİ olarak kabul edilmesi gereken sayın Bayramoğlu’nun kıymetlendirmesinin de üzerinde farklı cenahlara çekilmesi ve elbette şahsını hedef alıcı "bayağı" ifadeleri bir kenara koyalım, "iyi bir savcı olup olmadığı, görevini hukuki olarak layıkiyle yapıp edemediği"...
"İşsiz bırakılmışlığı" üzerinden "öç" alıcı yazılar yazan, bu yazılarında daha evvel "fahri danışmanlığını" yaptığı kurumun ilişkileri üzerinden AKP'den de "içeriden" bilgiler elde eden, Ergenekon soruşturmalarının ilk dalgasında gözaltına alınıp tutuksuz yargılanması karariyle serbest bırakılan, "bilgisayarı olmadığından internet cafelerinden yazı bombardımanı" ile meşgul olan, iddianameler içerisinde belkide en kısa "özgeçmiş, ifade, ele geçirilen belgeler" kısmına sahip olan sayın Hayrullah Mahmud'un (sanıklardan ele geçirilen evrakların neredeyse tamamı konulmuşken, sayın Mahmud'un "delil klasörünün olması dikkat çekicidir. Veya, göremediğimizden dolayı "yok" diyoruz, fakat aramalarımıza rağmen bulamadık, öyleyse eğer, niye? Ahmet Şık2ın kitabı için diyar diyar dolaşan savcı ve görevli eöniyet elemanları, sayın Mahmud'un devamlı bahsettiği "kitapları"nı ki bunlardan ötürü "üye yapılmıştır" kendisi iddianamede, niye gidip de basılmayı bekleyen kitaplarını Alfa Yayınlarından alıp "delil klasörlerine" ilave etmemişlerdir?) sayın Öz'e dair hislerini elbette defalarca kaleme aldığından bilmekte birlikte şu sorusunu "polemik" konusu yapmak istiyoruz:
"- Bu noktada cevabı aranması gerekli soru şu:
Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz, gerçekten iyi bir savcı mı?!
Savcı Öz, neden bir kısım medyanın kahramanı oldu?!
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17471749.asp?gid=386
Elcevap:
Emniyet içindeki ‘F tipi Polis’in, Zekeriya Öz üzerinden yürütmekte olduğu “soruşturma süreci”, “Gizli tanık” ya da “itirafçı” iddiaları veyahut “telefon dinleme kayıtları” üzerinden yürütülen bir koğuşturma süreci!
“Neo Andıç”!
Fikret Seçen’in “Mesleğimiz Öz’ü unutmayacak” sözleri anlamlıdır.
Çünkü “hukuk”u bu kadar katleden bir “hukuk”çu (!) dünyanın neresinde aranırsa aransın, zor bulunur.
“Evrensel hukuk”un hiçbir kaidesine uymayan bir soruşturma süreci için “Temiz Eller” yakıştırması yapmak, hele hele milyar dolarlık vurgunların yapıldığı bir “iktidar” ortamında, olsa olsa “Alice Harikalar Diyarı”nda isimli masaldan bir pasaj olur.
Savcı Öz’ün AKP & Gülen tabanında neden kahraman olarak görüldüğü sorusunun cevabına gelince…
Her şey ortada!
Haklı haksız, doğru ya da yanlış fark etmez!
TSK’nın “dört yıldızlı komutanları”nın sabahın kör vakti derdest edilip “Terörle Mücadele” koridorlarında sabahlatılması, elde somut belge, bilgi olmasa da tutuklanması, “rövanş” ve/veya intikam duyguları içinde yanan Derviş Vahdeti’nin torunları arasında sevinç yarattı.
Bu noktada konuşan hukuk değil, radikal dinci tabanda “Atatürk devrimleri”ne duyulan öfkenin bir yansıması idi.
Öç!
Öz, eğer “F” tipi “Zorro” ise karşısındakiler, intikam aldıkları ne?!
Kaldı ki, “Derin Devlet’i araştırıyorum” diyen Zekeriya Öz’e, gözaltına alındığım süreçte “Ben de ‘Derin Devlet’in kitabını yazıyorum, gerçek derin devlet güneş gibidir, ne yanına yaklaşabilirsin ne de yüzüne bakabilirsin, yaklaşabilirsin, yanarsın, böyle aramakla bulunmaz ama siz aramaya devam edin belki bulursunuz” demiştim.
Aradan geçen süreçte, zücaciye dükkanına dalan fil gibi hareket eden Öz, “derin devlet”i buldu mu, yanına yaklaştı mı o ayrı bir konu ama hem “devlet”e hem de hukuk”a büyük zararlar verdiği ortada!
Filhakika, Zekeriya Öz bir “hukukçu” değildir.
Bunun en basit delili ortaya koyduğu iddianamedir.
Ziya Paşa’nın ünlü dizesi ile söyleyecek olursak; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!”
“Stajyer hukukçu” adaylarının dahi isteseler de yazamayacağı amatörlükte bir “iddianame taslağı” ortaya koymuştur.
Çünkü iddianameyi bir “hukuk”çu değil, “kes – kopyala- yapıştır” tekniği ile “F tipi Polis” hazırlamıştır.
Çuvallar dolusu keçi boynuzu!
Hülasa, “Belge”, “delil” diye ortaya koyduğu “done”lerin hiçbirinin “hukuki karşılığı” yoktur. İçerde “tutuklu” sanık olarak alıkonan isimlerin birçoğu, mahkeme ile dahi paylaşılmamış “çok gizli” (!) olduğu iddia edilen “belge”ler üzerinden “rehin” olarak tutulmaktadır.
Ezcümle, Zekeriya Öz bir “hukukçu”dan çok, “F tipi Engizisyon”un bir üyesi, “karşı devrim”in evrensel hukuk kurallarını yok sayan bir “militan savcısı”dır.
Nokta!"
Sayın Mahmud'un "Emniyet içindeki ‘F tipi Polis’in, Zekeriya Öz üzerinden yürütmekte olduğu “soruşturma süreci”, “Gizli tanık” ya da “itirafçı” iddiaları veyahut “telefon dinleme kayıtları” üzerinden yürütülen bir koğuşturma süreci! “Neo Andıç”!" sözü üzerinden başlarsak, ilk kısmına sonra değinmek üzere, "gizli tanık veya itirafçı" kullanılmasının yeter ki hukuki ve adli olarak desteklenebilecek deliller olsun, bir mahzuru olmadığına inanıyoruz.
Kuşkusuz, gizli tanık veya itirafçıların ifadelerinin bir davada kullanılması ilk olarak Ergenekon soruşturmaları ile başlamış değil, kullanılan bir yöntem, kendisinin bile kabul edebileceği bir çok "polis soruşturması" ya bir "e-mail" veya "telefon ihbarı" ile veya bulunan bir "gizli tanık-itirafçı" marifetiyle başlatılmıstır; bahsi geçen soruşturmaların temeli olan "mülakatı" -şu veya bu şekil içinde- veren Tuncay Güney'in "iddiaları" da (arkasında başka birşey aranabilir elbette) "illa ki konuşacağım" veya "gevezelik" şeklinde de ele alınabilecek bir sıradan gözaltı sonrasında "samimi ikrar-itirafı" ile başlamıştır ki sene 2001... (T. Güney’in “işkence ile alınmış itiraflardır, bunun için kabul etmiyorum ama doğrudur” gibi bir ifadesi de var tv’lere çıktığı “Zaman”lara ait.)
Yani tek başına "gizli tanık veya itirafçı" kavramlarını öne sürerek yapılacak bir tenkid, HAKLI BİR TENKİD olarak görülemez.
Keza aynı şekilde "telefon dinlemeleri" de...  Hukuki altyapısı olan "telefon dinlemeleri"nin ki, ses ve görüntü kayıtlarının tek başına bir delil olmadığı da malumdur, deliller, itiraflar veya ikrarlar ile desteklenmesi gerekir, o halde bu nokta nazariyla, hukuki bir tenkidi olamaz.
Kuşkusuz, bu "telefon dinlemeleri"nin gazetelere servis edilmesini, internet üzerinde "paylaşım siteleri"nde yayınlanması kabul edilebilecek birşey değildir ve bunu yapanlar hakkında takibat yapılması da kanunidir.
Yine basına da yansıdığı üzere, bazı yayınlanan kayıtların "avukatllar tarafından konulduğu" iddiası da mevcuttur, bir iddiadır, fakat, yayınlanan kayıtların sadece polis ve savcılar da değil, dağıtıldıkları avukatlar elinde de olduğunu da unutmamak ve "olağan şüpheliler" listesine onları da eklemek gerekir "objektivite" olarak... Silivri duruşmalarında kanunen yasak ve ceza gerektiren bir davranış olmasına rağmen, mahkemede “gizli tanıklar”ın isimlerinin deşifre edilmesi, avukatlarca alanene “bu şu kişidir!” denilerek açıklanmasına dair örnekleri de unutmamak gerekiyor. Yani, bunu yapan onu da yapabilir, ihtimaldir diye düşünmek, objektiflik olacaktır.
Cümlenin birinci kısmında geçen "Emniyet içindeki ‘F tipi Polis’in" ibaresi, "DEVLET REFLEKSİ-GELENEĞİ” kavramlarını sıklıkla kullanan sayın Mahmud'un da kabul edeceği gibi, kanıtlanmış, kesin belgelere dökülmüş bir olay değildir ve tam aksine "subjektif" iddialardır.
Sayın Ahmet Şık'ın çok gürültü koparılan (İmamın Ordusu) kitabında olduğu gibi, piyasada serbestçe satılan bu konuda yazılmış kitaplarda vak'anın tek bir tarafı ortaya konulmakta ve ortada -devlet ciddiyeti ile asla bağdaşmayacak bir şekilde, diyelim- kimi emniyet görevlileri "F Tipi" olarak nitelenmektedir.
Sayın Ahmet Şık'ın (diğer yazarların) kitaplarını yazarken yararlandıkları belgeler, ilginçtir, Ergenekon soruşturmasını yürüten ve sayın Mahmud'un ile Sayın Şık'ın da "ortak kanaati" olan "F Tipi polisler ve savcılar" kanaliyle 1. Ergenekon Davası'nın 40 ve 41. Delil Klasörlerinde KİTAPLARDA YAYINLANMAYAN KISIMLARI İLE ÜSTELİK konulmuştur.
1990'lara kadar uzanan "tarihi süreç" evraklari ile orada durmakta, sayın Cevdet Saral'ın hazırladığı "emniyet içindeki dinci yapılanma raporu" evveli, sonrası ve hazırlanma süreci, belgeleri, izinleriyle, şimdi suçlanan "F Tipi polis ve savcılar" tarafından TÜM TÜRKİYE VE DÜNYAYA sunulmuştur.
Fakat görüleceği üzere o evrakların hiçbir tamamlanmamış, netice istenildiği, beyan edildiği gibi olmamış ve soruşturmalar akamete uğratılmış diye ifade edilemeyecek bir şekilde “saçma iddialar” denilerek tamamlanmıştır.
Bu hususda meselenin hangi boyutlarda ele alınması ve dikkatle imcelenmesi gerektiğini ortaya koyan, ilk soruşturmalarda ismi geçen "İTİRAFÇI" konumundaki R.Y.'nin beyanlarıdır.
R.Y.'nin beyanları, önce şöyle giderken sonra böyle oluyor daha sonra tekrar şöyle olup, ardından söyle ama böyle noktasına eriyor ardından hayır böyle ve şöyle böyle vs. ve bir evvelki dediğini "baskı ile alınmış ifadelerimdir, reddediyorum" yollu "itirafı" ile tam altı kez emniyetdeki ilgili makamlarca alınıyor.
R.Y. isimli "polis akademisinden dönemin son günü atılan" birisinin ifadesini tam altı kez, her birinde ayrı ve "yalanlama" olarak değiştirmesindeki gariplik üzerinde durulmuyor, ifadelerin en az üçünde "dindarlar aleyhinde ifade almak için zorladılar" beyanına kıymet verilmiyor fakat "risale okumaya itiraz ettiğimden disiplin suçu bahanesiyle okuldan attılar" diyerek itham etmesi baştacı yapılıyor!
Elbette "Emniyetde Fetulahçı polisler yoktur, bu uydurmadır, iftiradır" DEMİYORUZ, bilakis, özellikle 1990-1999 tarihleri arasında, kendilerine "hocaefendinin yaranı" diyenlerce, birçok İbda'ist ve sempatizanın bilfiil İŞKENCE EDİLDİĞİNİ, Ramazan aylarına denk geldiğinde, "iftar vakti" işkenceyi kesip, "teravih namazına gitmelerine engel olduğu" için de "askı"daki "esir müslümana" daha da şiddetli işkence yaptıklarını, "hocaefendiye niye hakaret ediyorsunuz" denilerek "senaslar" tatbik edildiğini biliyoruz, İbda'ist yayın organlarında bunlar defaten yayınlanmıştır, öyle ki, şimdi Sayın Fetulah Gülen'le "kan düşmanı" haline gelen bazı yazar, bürokrat, askeri kişiler, o günlerde çıt çıkarmıyor, sayın Gülen’in "imkanlarından" faydalanmak ve onun "radikal islami hareketleri kesme çabalari"na destek vermek için de sıraya giriyorlardı.
Bunlar bilinen ama hususlardır; fakat bahsettiğimiz gibi, bunu DEVLET EVRAĞI olarak ortaya koyacak hiçbir "kağıt parçası" mevcut değildir; işte en son sayın Gülen'in şahsına yönelik açılan mahkeme dahi, -velev ki muhakeme maddelerinin "Rahşan Affı" ile değiştirilmiş olması sebebiyle olsun- beraat ile neticelenmiş, sayın Gülen "adalet önünde aklanmıştır"...
Hukuki netice budur; bunun haricinde hiçbirşey değildir...
Elbette soruşturmalar açılabilir, ifadeler alınabilir, davalar da oluşturulabilir, ama bunların hiçbiri, "beraat-ı zımmet asldır" kaidesinin dışında değerlendirilemez, bunun zıddı bir davranış, subjektifdir, hissidir, indidir.
Bu yazdıklarımıza nazaran, "ibda'istlere, arkadaşlarına, Sayın Mirzabeyoğlu'na işkence edenlere "suçsuzsun" diyorsun" denilebilir mi?
Yazdıklarımızdan böyle bir ifadeyi çıkartabilmek, "beceri" olacaktır kuşkusuz; yazdıklarımızın zerresini anlamamış olmak demektir ayrıca... Bilfiil, Lideri, sayın Gülen'in "hizmetkarları" tarafından işkence görmüş bir fikri ve siyasi hareketin içinde bulunan şu satırların yazarına, yukarıdaki yazdıklarından ötürü böyle bir suç isnadı tamamen iftira olacaktır, oysa o beyanlar, madem ki "hukuk"dan, "hukukilik"den, "delilden", "gizli tanık ve itirafçı iftirası"ndan bahsediyorsunuz, o halde "delil" getirin, aynı şekilde "zan"larla hareket etmeyin ve özel olarak da, İbda'istler, sayın Mirzabeyoğlu -fırsat olursa genişçe bahsederiz- tek bir aleyhte beyan, delil, ifade, ikrar ortada yokken İDAM CEZASI alırken NEREDEYDİNİZ, niye "bu nasıl bir dava süreci, nasıl bir karar?" diye sormuyordunuz, ÖNCE BUNLARI SORACAKTINIZ Kİ şimdi söylediklerinizin, "F Tipi" ibarelerinin bir anlamı olsun, demek içindir.
(Milli eğitim Bakanlığı’nın bilgisayarlarda “F Klavye” kullanımı hususundaki görüşleri üzerinde bile “F Klavye demek, Fetulah klavye demenin kısaltılmışıdır” anlamına gelecek bir KUDUZLUK belirtileri de gösterilmişti; oysa sormak gerekir o halde, “Q Klavye” kullanarak da “Quin-Kraliçe”nin yanında mı yeralıyorsunuz, o halde diye.)
Sayın Mahmud'un sıklıkla kullandığı "ÇAYIN TAŞIYLA ÇAYIN KUŞUNU AVLAMAK" tabiri, aslında tam da "süreci" anlamlandırmak için biçilmiş kaftandır.
Sayın Gülen, bir kısım devlet idarecilerinin zımmında "çayın taşı"ydı ve onunla "çayın kuşu"nu yani "radikal islamcılar" denilerek sınıflandırılanları avlamak o şartlar altında güzel, yormayan, yıpratmayan bir yöntemdi, fakat görüleceği üzere, malumdur ki "taş" denilen cisim, kendiliğinden hareket etmez, hareket etmesi için dışarıdan bir kuvvetin tesiri gerekir, ama kuş kendiliğinden, rotası-evi içinde dilediği gibi dolaşır, taş, çayın içinden alınıp dışarı çıkartılabilir, dağa kaldırılabilir, başka bir çaya konulabilir veya ezilerek toz haline getirilebilir, yok edilebilir ve bunlar hep dışarıdan tesir içinde yapılır, taşa birşey sorulmaz, kuş ise, taşın kendisine doğru fırlatıldığını görebilir, uzaklaşabilir, yaralanabilir, hatta öldürülebilir ama hep KENDİLİĞİNDEN olur bunlar, “çayın taşı” EL DEĞİŞTİRDİĞİNDE, OLAN OLDU ve AVCI, AV OLDU; dolayısıyla da KIYAMET KOPTU.
Sayın Mahmud, sayın Öz'ün görevdeyken "F Tipinin kahramanı" ilan edilmesinin sebebini yazarken de yine aynı subjektiflik içerisinde hareket ediyor ve birtakım "keser döner, sap döner" tabirine denk ifadelerde bulunuyor:
"- TSK’nın “dört yıldızlı komutanları”nın sabahın kör vakti derdest edilip “Terörle Mücadele” koridorlarında sabahlatılması, elde somut belge, bilgi olmasa da tutuklanması, “rövanş” ve/veya intikam duyguları içinde yanan Derviş Vahdeti’nin torunları arasında sevinç yarattı.
Bu noktada konuşan hukuk değil, radikal dinci tabanda “Atatürk devrimleri”ne duyulan öfkenin bir yansıması idi.
Öç!
Öz, eğer “F” tipi “Zorro” ise karşısındakiler, intikam aldıkları ne?!"
Sayın Mahmud'un, yazılarında "ölürse, söz verdiğim gibi gidip mezarının başına, fermuarı indirip mezarına çöveceğim" diye bahsettiği sayın Cem Uzan'ı, "DARBE OLACAK VE SEN DE BAŞBAKAN OLACAKSIN!" diyerek "gazlayan"ın Fatih Çekirge, onun haber kaynağının da "sauna arkadaşı" general eskisi Sayın Çetin Doğan olduğunu ve ısrarla 28 Şubat'ın hesabını niye sormadıklarını yazmakla, yukarıdaki satırlarda bahsettiği "somut belge, bilgi"yi kendisinin tanıklığı içerisinde vermekte, o halde niye "TSK'nın dört yıldızlı komutanları"nın "derdest edilmesini" hukuki takibat olarak değil de yine hissi bir yorumla değerlendiriyor, anlamak zor. Sayın Mahmud’un bu ifadesi Çetin Doğan’ın “DARBECİ” olduğunun delilidir.
Oysa, bahsettiği Derviş Vahdeti tam bir yobazdır, onu "bayraklaştıran" kimse yoktur ve gerçek da aslında onu devamlı gündeme getiren (bir nevi bayraklaştıran) Laikler olmasa esamesi bile okunmayacak birisidir, yaptığı hareketin ardından ortaya çıkan durum, OSMANLININ TASFİYESİDİR, dolayisiyla Derviş Vahdeti, olsa olsa –yukarıda bahsettiğimiz şekilde olduğu gibi- "çayın taşı" olabilir ve "çayın kuşu" için kullanılmış ve ne yazık ki başarıya da ulaşmıştır.
Sayın Mahmud'un bahsettiği üzere, sayın Öz'in tatbikatları acaba sadece “Derviş Vahdeti’nin torunları” olarak nitelendirdiği “dinciler” arasında mı seviç “yaratıyor”?..
Sayın Mahmud’un çok sık kullandığı tabirle “istihbarat temelli yüksek siyaset yazıları”ndan birisinde şöyle bir ifadesi mevcut:
“-İkincisi:
Uzan’a teklif edilen CD için önce 50, sonra da 20 milyon dolar istendi, ardından da yayınlama garantisi verilmesi halinde bedava verileceği söylendi. Bu benim mahkemedeki ifademde var! Doğru! Para konusu nereden çıkıyor diyebilirsiniz? Elcevap, işadamları rakipleri ile ilgili kendilerini koruyacak doneleri para karşılığı toplamayı severler! İstihbarat servisleri de para karşılığı bu doneleri işadamlarına satıp ve/veya verip onları doğal taşıyıcı haline dönüştürürler! Misal, Erdoğan’la ilgili özel hayata ait bazı görüntülerin yer aldığı CD’yi, Gökçek uzunca bir süre gizli kasasında sakladı, sonra o görüntüler el değiştirdi! Ya da Gül ile ilgili bazı gizli bilgiler de Erdoğan’ın gizli çekmecesinde saklı! Bu anlamda CD OLAYINA BAKACAK OLURSAK, “1 MART TEZKERESİ SONRASINDA AKP’Yİ TASFİYE ETMEK İSTEYEN GÜÇ MERKEZLERİ SAMİMİ OLARAK AKP’Yİ YIKMAK İSTEDİLER! TÜRKİYE’DE YENİ BİR İKTİDAR ALTERNATİFİ ARAYIŞINA GİRDİLER VE ALTERNATİF ÇIKMAYINCA, HERKES AKP’DEN MEMNUNUZ DEYİNCE BU GÜNLERE KADAR GELDİK!” Hülasa, ünlü edebiyatçı Çehov der ki; “Bir tiyatro eserinde duvarda asılı tüfek var ise muhakkak oyunun bir yerinde patlar!” Ya da Engels’in dediği gibi “Elmanın denenmesi yenmesidir!” Ezcümle, AKP’nin yıkılış kararı alındığı an, tüm sümenaltları boşalır!
Nokta!
Yukarıdaki “gözle”, sayın Öz’ün yaptığı uygulamaların sorumlusu ve esasda da “SEVİNÇLİSİ”, sayın Mahmud’un, eski (Şarlo) filmlerinde ki, o zaman sinemelar “sessizdi” unutmamak lazim veya şimdi amerikan yapımı “yerli” komedi dizilerinde sanki seyirci bilmeyecekmiş gibi gülünecek yerde “gülme efekti” verilerek “gülmeye zorlanan” BİZ, VASIFSIZ HALK YIĞINI değil, çünkü, yukarıdaki “yüksek siyaset ligi yazısı”nda da “apaçık MÜPHEMLİK”le vurgulandığı gibi halk-biz, o “gülme efekti” ile gülen veya “robot” gibi duran, YÖNLENDİRİLEN GÜRÜHÜZ, o halde “Derviş Vahdeti” BİLE SUÇSUZ, demektir!
Bu ülkede nice darbeler yapıldı, bazıları da CESARET EDİLEMEDİĞİNDEN “post”a çevrilerek yapıldı ama bütün bunların arkasında ne kadar DIŞ MIHRAK olsa da, İÇ AYAKLAR olmadan veya ŞARTLARI OLUŞMADAN kimsenin kıpırdayacak hali olmadığından, HALK RAZI OLMAZSA DARBE yapılamaz; aynı şekilde ELBETTE, şu Ergenekon soruşturmaları da, HALK HAZIR DEĞİLSE teleffuz bile edilemezdi.
Nitekim, Sincan’da tanklarla asfaltı bozarak gözdağı ver, devrin başbakanına (hamamda, külhan’ın yanında bütün gün yatarak, gelenin gidenin parasına, elbisesine el koyanlardan isimlendirilmiştir) tam bir hamam oğlanı-külhanbeyi edasiyla “pezevenk” diye sataş, -o dönem içinde yazıyorum- bir büyükşehir belediye başkanı ile  görüşen, ona “yol veren” GKB’nına, bu ve buna benzer farklı sebeblerle “arkamda 86 general var, Haziran’a kadar da dediklerimizi yapmanız için vaktiniz!” diyerek apaçık “YENİÇERİ ZOMBİLİĞİ”ne soyun, teammülen GKB sırasının kendisine gelmesi gereken orgenerale sekiz-8 defa suikast gerçekleştir, gazetecileri korkut veya ayarla ve onların “GKB’nda bu gece de ışıklar yanıyordu” haberleri yaptır, ama cesaret edip de “darbe” değil, bir nevi “şantaj yolu” olan “post darbe”yi yap…
Bunlar yaşandı; Ankara’nın KİRLİ SİYASET LABİRENTLERİNDE dönenlerin bir kısmını işte yukarıda kaleme aldık, daha fazlası ve daha küstahcaları da var emin olunuz fakat bütün bunlar ne kadar iyi plan –proje yapılsa da “oyunu oynayacak oyuncu” olmadığı takdirde “planın yatması” gibidir, ankara’daki “kirli siyaset” ancak plan yapar ve bu plan da HALKDA YANKI BULURSA tutar ve işte onun içindir ki, 1996’dan beri ASKERİ CENAHDA PLAN ÜZERİNE PLAN YAPILMASINA RAĞMEN, olanlar sadece “kuru gürültü” kabilinden fuzuli işler oluyor!
Sayın Mahmud’un, Ankara havası veya kendisinin “yerel aksta “Levanten”, küresel aksta Frankofon (Fransız) bölgesi” dediği İzmir’in veyahut Beşiktaş (akla geliveren Serencebey) ve “Düka”lığıyla meşhur ediliveren İstanbulun bazı mahfillerinde “görüntü” ve “akıl” böyle olabilir belki ama HALKIN İÇİNDE böyle olmadığı da yaşananlardan belli.
Sayın Mahmud’un sıklıkla yazdığı, “Siz Fransızcasını yazar mısınız?: “Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” sözündeki “tehdit”i bir kenara koyalım, bu sözün söylendiği zaman ve söylendiği yer ve söylenme sebebi düşüncelerimiz yoğunlaştıralım, yine sayın Mahmud’un yazısından alıntılayarak:
“-Kitabın adı:Tek Adam
“Mustafa Kemal, 1881 -1938”
Yazar: Şevket Süreyya Aydemir
“Cilt III”
(1922 – 1938)
Sayfa 61 - 62:
“Hakimiyet ve saltanat hiç kimseye ilim icabıdır diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Kudretle ve zorlan alınır. Nitekim, Türk milleti hakimiyet ve saltanatı, isyan ederek kendi eline bilfiil almıştır. Bu bir emrivakidir (olup bittidir). Muvzuubahis olan,millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız değildir. Mesele zaten emrivaki olmuştur. Şimdi mesele bu emrivaki olmuş hakikati ifade etmekten ibarettir.”
Bir sıranın üstüne çıkarak orada kesin bir şiddetle konuşan Gazi’nin gözleri, bütün müşterek encümen azaları ve özellikle encümenin çoğunluğu gibi görünen sarıklı hocalar üzerinde büyüleyici tesirlerle duralamıştı. Son sözlerini söylerken bakışları, tam karşısındaki hoca efendinin gözlerine saplandı.
“Burada toplananlar, Meclis ve herkes, meseleyi tabii görürse, fikrimce iyi olur. Aksi takdirde hakikat gene usulü dairesinde ifade olunur. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Gazi “Bazı kafalar kesilecektir” derken, gözleri encümeni ve hele tam karşısındaki Ankara Mebusu Hoca Mustafa Efendi’yi ezmekle kalmıyordu, Gazi’nin sağ eli de, bu başların nasıl kesileceğini anlatmak istercesine, Hoca Efendi’nin boynu hizasında sağa sola işleyip duruyordu!
O zaman mesele birden ve herkesin kavrayacağı gibi anlaşılmış oldu. Şeriat ve skolastik münakaşaları hemen kesildi ve bütün encümenin yeni anlayışına tercüman olur gibi Hoca Mustafa Efendi işi kestirip attı:
Affedersiniz efendim” dedi. “
“Biz meseleyi başka nokta-i nazardan mütalaa ediyorduk. İzahatınızdan aydınlandık.”
Saltanatın kaldırıldığına dair kanun tasarısı oya sunuldu ve reisin sesi duyuldu:
“Müttefikan kabul edilmiştir!”
Bütün bunlardan sonra şu soruyu sormak gerekmektedir kanaatindeyiz: PEKİ, O HALDE NİYE ŞİKAYET EDİYORSUNUZ?
“Türk Milleti”nin “hakimiyet ve saltanatı isyan ederek bilfiil eline alması” cümlesinin SORUNLU olduğu, ardı ardına gelen isyanlar ve kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin DARAĞAÇLARI ile ortadadır; buradaki “sorun”, “eline alan”ın “Türk Milleti” mi yoksa “Ankara’dakiler” mi ve arkasından gelen “bu bir emrivakidir” ifadesinde mahfuz “almanın” da “hangi fırsat veya şartlar” içinde olduğu gibi iki şıklıdır.
Elbette, “Nutuk”u Mustafa Kemal Paşa’nın “hatırları” olarak değil de “Kutsal Doğrular” olarak kıymetlendirirseniz ve “faydalanılacak kitaplar” kategorisine izlerini 1971 ve 1996-2005 arasındaki “cesaretsiz darbe teşebüsleri”nde tam olarak göreceğimiz, olmayan bir ideolojiye “kadro” kurmaya çalışan Jakobenleri koyarsanız, ortada “sorun” yoktur; “devrim kanla yapılır” cevabını alırsınız, doğrudur, o halde acaba şimdi AKP hükümeti ve Ergenekon bağlamında yazılmış yazılarda bu Jakobizme gönderme yapılması ne anlama gelir?
Birinci olarak, sayın Mahmud da bunu kabul edeceklerdir, demokrat olmadığı gibi, demokrasiye de inanmadığı, anlamıdır…
İkinci anlamı anlayabilmek için de şunları aktarmamız gerekmektedir sayın Mahmud’un bir yazısından:
“- Post modern zamanlarda, her şeyimiz ile ölümüne “Neo Çanakkale HAARP”ine hazırız! Atatürk Türkiyesi’ni yıkmak isteyenlerin başına Avrupa’yı yıkarız! Neo Neron! Orta Asya’dan buralar gelmişiz. Göçebe bir milletiz. Israrla bu topraklarda sabit kalacağız diye bir şey yok! 17. devlet illa ki yıkılacak ise biz yıkarız, 18. Türk Devleti illa ki kurulacak ise onu da Avrupa’nın tam orta yerinde biz kurarız! Şu anda “Ay Yıldızlı Sancak” Doğru Avrupa’da bekliyor. Avusturya üzerinden ihtiyaç hasıl olursa büyük savaşı başlatırız! Anadolu bataklık olur, bir tane Avrupalı bu coğrafyada dolaşamaz, sağ çıkamaz. Nokta!”
Hayrullah beyin, “28 Şubatçı” olarak adres gösterdiği ve kendi “istihbari yazılarındaki kurgu” içerisinde, AKP’nin getirilmesi için yapılmış bu “kurgu darbe”nin en güçlü ismi olmasına rağmen sırf bu nedenle kendisine dokunulmadığından bahsettiği (oysa içeride) general sayın Çetin Doğan’ın planladığı iddia edilen BALYOZ DARBE PLANI içerisinde geçen, “Fatih semtini kaza olarak sunulma taktiğiyle bombalamak”, “savaş uçaklarımızı düşürmek”, birçok insanı “adalarda  hapsederek toplama kampları oluştıurmak” iddialarını, elbette “kanıtlanmadığı” için bir iddia olarak kabul etmekle beraber, Hayrullah beyin, “NEO NERON” vurgusuna, “17. devlet illa ki yıkılacak ise biz yıkarız  cümlesindeki “YIKARIZ”a ve  büyük savaşı başlatırız! Anadolu bataklık olur vurgusuna dikkat etmenizi, BALYOZ PLANINDA bahsedilen iddialarla karşılaştırma yapılmasını tavsiye ederiz.
Elbetteki “Neron” ve “yıkmak” kelimeleri, bildiğimiz anlamda, onun Roma’yı yakıp yıkmasının DUŞUNSEL BENZERİ-MİSALİ anlamında kullanılmıştır, Hayrullah bey “istihbarat kökenli yazılar yazan gazetecidir”, “duyumlarını” ortaya koymuştur, tersini düşünmemize de imkan olmadığı kanaatindeyiz, çünkü, eğer tersi bir anlam içeriyor olsa, Zaman gazetesi, Samanyolutv ve “türevleri”nde günlerce üzerine tartışmalar yapılabilecek, Balyoz Darbe Planının en azından “fikirsel” benzerlikli “delili” olarak gösterilebilecek, umumi veya özel savcıların “gece veya gündüz bir defaya mahsus arama” emirleri ile gözaltına alınıp ifadesi alınacak ve belki de Balyoz’un Mimarı diye de afişe edilecekti, fakat sayın Mahmud bunu bir değil defalarca ve çoktan beridir yazmasına rağmen, hernekadar “dalgalar” bitmiş gibi gözükse de, herhangi bir “dalga “ esnasında “alınabilecek” durumda olsa da bunlar başına gelmediyse, bahsettiğimiz gibi onun sadece ““istihbarat kökenli yazılar yazan bir gazeteci ve  “duyumlarını” ortaya” koymasından başka bir özelliği olmadığını bizim gibi herkesin, Savcıların, “Zaman”ın, görmüş olduğunu ve onun için de “dokunmadıklarını” varsayıyoruz.
Aynı şekilde, “Öz, eğer “F” tipi “Zorro” ise karşısındakiler, intikam aldıkları ne?!” diye sorusunun cevabı da aslında “intikam - öç maksatlı” tutuklamalar yaptığını iddia ettiği sayın Öz’ün, sayın Mahmud’un sadece şu alıntıladığımız ifadeleri nedeniyle onlarca dava açarak tutuklayabilecekken, tutuklamamasında yatıyor.
Herne kadar, sayın Mahmud’un indinde ve yazdıklarından anlaşıldığı şekliyle, şu anda Ergenekon davaları nedeniyle içeri alınan, tutuklanan, yargılanan HERKES ama gerçekten herkes (belki bir İsmail Yıldız hariçtir ama ona da bir defa dahi olsa “taraf değiştirdi” demişti) ya “MI-5/6 arkaplanlı”, ya “Küresel sermaye arka planlı”, ya “F Tipi arka planlı” ya “Londra arka planlı”, bir ama bir tek kendisi –nasıl kavramlaştıracağımızı gerçekten bilemiyoruz ama kendilerininkine uygun olabilecek tek kalıp içinde söylersek- evet, bir tek kendisi “Paris” yani “Laik TC arka planlı”dır, onun için sayın Mahmud bu görüşümüze katılmayabilir, sayın Şık’ın kitabı etrafında “kitabı okudun mu? Evet… tutuklusun… okumadın mı? Hayır… Yine tutuklusun” gibi veya sadece telefon rehberinde ismi kayıtlı veyahut e-mail göndermiş-gönderilmiş “o halde tutuklanmasına” gibi  “savcı mantığı” içinde  önüne gelen herkesin hakimler tarafından tutuklanmış olmalarına rağmen sayın Mahmud tutuklanmadıysa?..
Sayın Mahmud, sayın Öz’ün ortak kanaat olan “terfi edilerek tenzil”leştirilmesi üzerine yazdığı yazıda, onun züccaciye dükkanına dalmış bir fil gibi olduğunu, “Devlete ve hukuka zarar verdiğini söyleyip ilave ediyor:
“-Filhakika, Zekeriya Öz bir “hukukçu” değildir.
Bunun en basit delili ortaya koyduğu iddianamedir.
Ziya Paşa’nın ünlü dizesi ile söyleyecek olursak; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!”
“Stajyer hukukçu” adaylarının dahi isteseler de yazamayacağı amatörlükte bir “iddianame taslağı” ortaya koymuştur.
Çünkü iddianameyi bir “hukuk”çu değil, “kes – kopyala- yapıştır” tekniği ile “F tipi Polis” hazırlamıştır.
Burada dikkate çarpan husus, iddianame ve “f tipi polis” ilişkisidir.
Sayın Mahmud, sayın Öz’ün hazırladığı iddianamenin “kes-kopyala-yapıştır” yani “google iddianamesi” olduğunu söylemeye ve onu “itibarsızlaştrımaya” çalışıyor  fakat bilindiği üzere, bu tarz iddianameler son dönemde hukuk tarihimizde bol miktarda ortaya çıkmıştı.
Misal olarak AK Parti hakkında hazırlanan iddianamenin, internet arama motoru Google’dan “kopyala-yapıştır” şeklinde “ithamlar” içerdiği “kanıtlanmışdı” ve ismi de “Google İddianamesi” konulmuştu. O iddianame nasıl ki birilerinin nazarında makbul ise, mahkeme kabul etmiş ve dava açılmıştı, herkesin bildiği gibi Ergenekon iddianameleri de mahkemelerce kabul edilmiş, aleyhindeki hususlara “itibar” edilmemiş ve davalar açılmıştır.
“Ama…”  denilerek burada söylenecek her türlü itiraz ve diğer iddianameye karşı ötekini savunma gayreti “KEYFİNE GÖRE!” hükmü içinde olacaktır.
Sayın Mahmud’un ifadesiyle general Çetin Doğan’ın darbe için çalışmalarda bulunduğu dönemde gerçekleşen SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN DAVASI, aslında bütün bu hususları içine barındıran bir mahkeme zihniyetini ortaya koymaktadır ki, “KEYFİNE GÖRE!” tabirini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Arkasında ne “CIA”, ne “Paris”, ne “Alman”, ne “MI-5”in bulunmadığı, 15 saatlik bir askeri harekat neticesinde “devlet sözü” ile “teslim olan” ve bunun akabinde “devletin sözü”nün gerçek anlamıyla uygulandığı-öldüresiye dövülerek, üzerinde kan-çamur-pislik izleri ile ertesi günü DGM’ye çıkartılan  ve bir çırpıda “idam”la cezalandırılan, o günkü hükümet ve partilerin “idam cezasını kaldırıyoruz” açıklamalarına rağmen yine bir çırpıda cezasının infazı için Meclis ve Komisyonun gayret göstererek sadece Meclis’in onayının beklendiği Mirzabeyoğlu’nun davası, sadece “kopyala-yapıştır”la da kalmıyor, gerek AK Parti ve gerek Fetulah Gülen  Davası ve gerekse Ergenekon Davalarında duruşmalarında aleyhte ve leyhte birçok tanığın rahatça dinlenmesine rağmen, bir tane bile aleyhte veya leyhte tanığın “dinlenilmesine izin verilmeden”; iddianamede, “poliste işkence ile alınmış ifadelerin” sahiplerinin mahkemelerdeki beyanlarının –hukuken de böyledir- esas alınması ve tanık olarak dinlenilmesi istekleri reddedilerek, hangi “Tip” olduklarının bir kıymeti olmayan ama bir “Tip” oldukları kesin “polis”lerce hazırlanan “Fezleke”nin iddianameye aynen geçirilmesiyle, yani “polisin hazırladığı fezleke” ile “idamla cezalandırılıyor” ise ve o dönem matbuatda yazan sayın Mahmud ve onun şimdi karşı olduğu diğer “sayınlar” o gün ve bugün SESLERİNİ ÇIKARMIYORLARSA, adalet ve vijdan “KIYAMAETE KADAR ARTIK SUSUN” diye haykırır!
Adalet ve Vijdan, “dün konuşabilecek durumunuz, adalet ve hukuka saygıya davet etme imkanınız varken sesinizi çıkarmadıysanız, ““Evrensel hukuk”un hiçbir kaidesine uymayan bir soruşturma ve mahkeme süreci”dir bu ve bunun aksini iddia etmek “olsa olsa “Alice Harikalar Diyarı”nda isimli masaldan bir pasaj olur.” demediyseniz, olanı biteni sevinerek veya sessiz kalarak isteyerek kabul ettiyseniz, bugün konuşma hakkınız yoktur!”, der.   
Ve ardından da:
“-22 Temmuz 2007 seçimleri sonrasında, Zekeriya Öz üzerinden yürütülen ve TSK’yı hedef alan “sözde soruşturma” süreci üzerinden, yani “su”yun özenle bulandırılıp “rejim”in avlanmak istendiği bir ortamda, AKP & Gülen iktidarı “Batı” ile arasındaki köprüleri atmak için “manevra” yaptı. TSK, MİT, Emniyet, Yüksek Yargı, Medya, İşdünyası içindeki “Laik Türkiye” ve/veya Batı yanlısı kesim “tasfiye edilmek” istendi! … AKP’nin “özenle bulandırılan su” üzerinden “eksen”i Çin, Rusya, İran, İngiliz eksenine kaydırdığı (enerji savaşları) netleşti! 12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında ise “Yeni Anayasa” üzerinden “Batı”, “laik yaşam biçimi”, Atatürk Türkiyesi tasfiye edilmek isteniyor! Ekinoks!” derseniz, “BİR GÜL İÇİN BİN KÖTÜYÜ YAKMALI!” inancında olması gerekenler, ADALETSEVERLER, VİJDANLILAR, HAKİKATÇILAR, “İNSAN” için olması gereken “hayat” ve “tercihleri”, insan’ın üzerinde tutanlar, F tipi karşı devrim ve/veya “Neo BİP” operasyonu bağlamında, üzerinde “güneş batmayan topraklar hayali” uğruna “Atatürk Türkiyesi” canlı canlı “kurban” edilmek isteniyor. demenize hiç kulak asmaz, bunu üstelik –bahsettiğiniz- “Moloh”un “çağdaş” ve “Laik”  versiyonu olduğunu, tam isminin de “ATATÜRKÇÜ MOLOH” olduğunu söyleyip, “PUTPEREST İLKELLER” diye ilam ederler.
Görüleceği üzere ve dileyenlerin kendilerinin de internetde bulabileceği yazılarından çıkan görüntü, sayın Mahmud’un, kendisinden başka hiçbir kişi-örgütü makbul saymadığı, asla bir “uzlaşma” içine girmediği, sayın Emin Çölaşan’ın (ailevi bir lakap herhalde ki şimdi sustu) “minik kuşu”na benzer “nitelikli okurları”ndan gelen “istihbari bilgilerle” her bir “yer”in “arka”sını muhakkak! tespit  ettiği ve eğer bu yazı kendisi tarafından okunursa-haberli olursa yazarı olan bizim için de bir “arka plan” icad etmekten bir an bile imtina etmeyeceğidir.
Soruyu tekrar sorarak sayın Mahmud’un hakkında sayın Öz’ün görevden alınmasına dair yazısı üzerinden yapmaya çalıştığımız ve muhakkak eksiği ve hatalı yanları olabileceğini kabul ettiğimiz polemik yazımızı bitirelim:
Onca yazı, onca hakaret, ihbar, tehdit vs. ifadelerine rağmen sayın Mahmud, sayın Öz veya bir başka hakimler tarafından niye “ne diyorsunuz burada?” denilerek ifadeye çağrılmamış ve o şikayet edilen “intikam duygularına hedef” olmamıştır?
Neden?
“Nokta”…

Ali Baba
14 Nisan  2011
----------
(This planet is obviously being used as an insane asylum by other planets. George Bernard Shaw)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder