7 Nisan 2011 Perşembe

Sahte Köklerle Hesaplaşmak veya Parçalanmak










Heyecanlı Şüphe

"Aynı utancı bir kez daha yaşamayalım" diyor İbrahim Karagül 5 Nisan 2011 tarihli Yeni Şafak'taki köşesinde.
İngilizlerin siyasi tabiriyle "ortadoğu"yu kaplayan "isyanlar fırtınası"nın, "özgürlük çağrıları"nın kendisini heyecanlandırdığını, "gönlünün" onlardan yana olduğunu söylüyor. Çünkü, "Kahire'de, İskenderiye'de, Şam'da, San'a da sokağa çıkanların talepleri, sesleri belki hepimizin geleceğine ışık tutacak. Yolumuzu aydınlatacak, bize öncülük edecek, Osmanlı'nın çöküşü sonrası oluşturulan sömürge düzeninin, kaynak-iktidar ticaretinin sonunu getirecek." olduğuna inandığını yazıyor İbrahim bey.
Fakat, tereddütleri, şüpheleri de var. 
Niye?
"- Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı-İngiliz savaşlarına bakalım. Direniş hareketleri, özgürlük isteyen topluluklar, milliyetçi gruplar hatta İslami gruplar, Osmanlı sonrası için ne istiyorlardı? Özgürlük, vatan, devlet! Bunu kimlerle sağlamayı seçtiler? İngiltere'nin siyasi askeri desteğiyle, parasıyla, silahıyla. Bazı cemaatlerin bile İngiliz istihbaratının kontrolünde olduğunu öğrendiğimizde nasıl da şaşırmıştık!
Peki ne oldu? Bu kuşak istila edildi, talan edildi, bağımsızlık adı altında tarihinde hiç olmadığı kadar bağımlı hale getirildi. Ve bu gün sokaklara çıkanlar işte yüz yıl önceki özgürlük yanlılarının tercihleriyle kurulan düzenleri yıkmak için can veriyor?
Aynı senaryo yine tekrar eder mi? Özgürlük talepleri üzerinden yeni bir bağımlılık ilişkisi şekillenir mi? Yüz yıl önceki hayal kırıklığı yeniden yaşanır mı?"
Haklı bir soru.
İbrahim beyin de yazısında bahsettiği üzere Fransa, Libya'yı ALELACELE topa tutturttuğuna, MI-5/6 ve CIA'nın "özel" elemanlarının "direnişçilere" askeri-gerilla  eğitimi vermeye başlayıp, onlarla birlikte "operasyonlar" gerçekleştirmeye ve tam burada kıymetlendirilmesi gereken bir gelişme olarak, Bingazi'de, Şehid Ömer Muhtar'ın topraklarında "TC bayrağı ayaklar altına alınmaya" onlar tarafından başlanıyorsa, şüphelenmekte, tereddütlenmekte yerden göğe kadar haklıdır.
Ve diyor ki İbrahim bey, "durduğumuz yer özgürlükleri desteklemek ama kontrolün kimde olduğunu çok iyi bilmektir. Eğer kontrol başkalarının eline geçiyorsa bir uğursuzluk başlayacak demektir."; dolayisiyla da "değerlendirme zorunludur" diyor ve  "direnişçiler ve despot yönetimler" arasında tercih "mahkumu değiliz" diyor.
Ne olabilir, ne yapılabilir kabilinden de, ortadoğudaki isyanlara, ayaklanmalara, "özgürlük çağrılarına" umumi olarak Batı diye tabir edilen ama kendi iç çelişkileri-menfaatleri arasında bölünmüşlük yaşayan devletlerin bir nevi isyanlar içinden isyan seçerek, bir yerdeki ayaklanmaları destekleyip, biryerdekini kırmaya çabaladığını  anlatıyor.
Bahreyn'i örnek veriyor, oradaki isyanları Batının desteklemediğini, aksine ABD ve İngiltere'nin Bahreyn'deki "müesses nizamı" korumak için ordularını gönderdiğini, Suudi Arabistan'a "Bahreyni işgal izni verdiklerini" yazıyor. Ardından da S. Arabistan'da da böyle bir isyan çıkarsa aynı şekilde "ezileceğini" açıkça belirtiyor.
Ortada bir oyun olduğunu söyleyen İbrahim bey, buna dair "ne yapmalı?" sorusuna da şöyle cevap veriyor:
"- Öyleyse bizler; özürlük taleplerini sonuna kadar destekleyeceğiz. Yüzyıllık statükonun değişmesini isteyeceğiz. Bu rejimlerle bu bölgede köleliğin devam edeceğine inanacağız. Ama bu oyunun da farkında olacağız. Kendi ellerimizle yeni bir bölgesel sömürge düzeni kurulmasına izin vermeyeceğiz. Rejimlere karşı yükselttiğimiz sesi, bu oyuna karşı da yükselteceğiz. Liderler ve rejimler devrildikten sonra belki çok daha çetin bir özgürlük/bağımsızlık mücadelesi başlayacak ve asıl heyecanı belki de öfkeyi bu dönemde sergileyeceğiz. Bütün bunları yaparken, rejimlerin ajitasyonuna da teslim olmayacağız, bize özgürlük diye yutturulan senaryolara da kanmayacağız..
Bunları ne için söylüyorum: Birinci Dünya Savaşı dönemini bir kez daha okuyalım. Bölgenin yüz yıllık siyasi tarihini de. Ardından Irak işgali sırasında Batı'nın durduğu yeri ve bölgeye bakışını hatırlayalım. Hiçbir şey değişmedi. Yine aynısını yapıyorlar. Her üç örnek de bizim kendi duruşumuzu belirleyemediğimiz, inisiyatif alamadığımız ve rezil olduğumuz durumlar. O zaman bu sefer bari bizi aptal yerine koymasınlar. Buna izin vermeyelim..."

OYUNU BOZMALIYIZ
Oyunu bozmalıyız diyor, "yüzyıllık statükonun devamını isteyemeyiz" diyor, "değişmesini isteyeceğiz" diyor "oyunun farkında olarak", "rejimlerin ajitasyonlarına inanmayacağız" diyor, 1. Dünya Harbi sonrasında gelişen hadiseleri "tekrar okumalıyız" diyor, sonuç olarak da "hep aynısını yapıyorlar", aynı taktiği kullanıyorlar, "değişmediler" diyor ve “inisiyatif alamazsak APTALIZDIR" demeye getiriyor bunca tecrübeden sonra...
Kuşkusuz İbrahim bey bir analiz yapmış, "fotoğraf çekmiş", görünenleri, söylenemeyenleri yazmış, kimin eli kimin cebinde oyununu göstermeye çalışmış.
"Direnişçilerin" elbette Batı ile çetrefilli ilişkileri mevcut fakat bunu "tüm direnişçilere ve ayaklanma sebeblerine" de yayamayız, ki bunun yakın tarihte kendi topraklarımızda da örneği mevcuttur:
Şu anda hükümetde olan AKP'nin, Avrupa Birliği macerası, daha yeni yeni söylenen sözlerle de ortadadır, "demokrasinin yerleşmesi ve askeri vesayetin yokedilmesi için elzemdir", bunlar yaşandı, söylendi, bu ülkenin insanlarına Avrupa Birliği, "hedef" olarak gösterildi, "ulaşılması gereken zirve" olarak lanse edildi, işte görüyoruz, bir sürü "garip kanun" meclisden geçirilmekte, "AB müktesebatı" içinde kabul edilen maddelerdir onlar, "çıkarttık" denilmek için çıkarılan kanunlardır elbette, şimdi bunlar ortadayken, 20 yüzyılın başına -1. Dünya Harbi’ne- kadar gitmeye HİÇ GEREK YOKTUR aslında: Hemen biz yaşadık, yaşıyoruz zaten aynı süreci...
Üstelik, "gittiğimiz" zaman göreceğimiz "şey" de aslında belki bugün "direniş lideri-teşkilatı" veya bir kısım "islam ülkeleri"nde ama "batı ile doğu arasında köprü" olan ülkelerdeki kimi teşkilat ve "parti"lerin KÖKÜNÜN de, elbette FİKRİ olarak, "lanetlenen", "oyun içinde oyun" diye İbrahim bey tarafından isimlendirilen "şey" olduğudur!
1. Dünya Harbi öncesine bakalım, ardına bakalım; Mısır mesela...
"Tecdid" çığlıklarını atanlar, İngiliz ve Fransızların KONTROLÜNDE, MEŞRU İSLAM DEVLETİNE, İSLAM’IN HALİFESİ’NE, OSMANLI DEVLETİNE karşı, hem de ancak ve ancak BATILI ZİHNİYETDEN NEŞET EDEBİLECEK fikirlerle(!) kelimenin tam anlamiyle saldırmışlar, "Arap Hilafeti"nin "teorisini" kurmuşlar, Osmanlı içerisinde şimdiki anlamıyla "demokratik açılım" yapmaya teşebbüs etmişler, "frenk elçileri" ile kurdukları "işret masaları"nda bunları tezgahlamışlar, fiiliyata da geçmişler, netice de ilk fırsatda da AYAKLANIP, arkalarına aldıkları Batılı devletler sayesinde de "muhtariyeti" veya "ULUS DEVLETLERİNİ" tesis etmişlerdi.
Şimdi "sivil toplumculuk", "demokratik idare", "hür düşünce" vs. olarak nitelenen "eğilimler", işte tam o gün, ULU HAKAN SULTAN ABDÜLHAMİD HAN'a karşı, İttihat ve Terakki'nin "ÜÇ BEYİNSİZİ"ne nisbet, Mısır'ın ÜÇ BEYİNSİZİ/ABDUH-AFGANİ-R.RIZA" kanaliyla, İngiliz ve Fransız "elçileri"nin "ellerinde" ortaya çıkmıştı.
Özellikle "meşveret-şura" dedikleri ve kelimenin tam manasiyle SÖMÜRDÜKLERİ bu kavramı gelip de "demokrasiye" dayamaları, özellikle M. Abduh’un, "Kadı" olduğu dönemde "islamlara islam, kafirlere, bağlı oldukları devlet kanunları ile "ferman eylemesi", HOŞGÖRÜ-DİALOG dedikleri "şey"in KÖKÜNÜ gösterdiği gibi, İNGİLİZ TİPİ LAİKLİK ANLAYIŞININ da acemice provasiydi.
Evet, İbrahim beyin bahsettiği "OYUN İÇİNDE OYUN" kuramı doğrudur ama açık söylemek gerekirse, TOPYEKÜN BİR TARİH MUHASEBESİ yapmadan ve BELLİ BİR İNANIŞ-DÜŞÜNCE DEMETİ ile "konuşlanmadan" bu oyun'u bozmanın "mümkünatı" yoktur!
İBRAHİM BEY, SÖYLEYEBİLİR Mİ, "KENDİ" DÜŞÜNCE KÖKÜ İLE, ŞU ANDA HÜKÜMETDE OLAN  PARTİNİN SÖZDE "İDEOLOGLAR SÜRÜSÜNÜN" DÜŞÜNCE KÖKLERİ İLE HESAPLAŞABİLECEK Mİ?
Tespit elbette hastalığın tedavisi için ilk yapılması gerekendir ve İbrahim bey yazısında, yazılarında bunu gerçekten de dünya basınını "tarayarak" gerçekleştirmektedir, bunun neticesi olarak da teşhis'de bulunmakta fakat bahsettiğimiz gibi "düşünce kökleri" nedeniyle bu teşhişinde doğruya ne kadar yakın olsa da hatalı neticeler elde edebilmektedir ve bütün bunların tabii hasılası da elbette TEDAVİNİN YANLIŞLIĞI oluyor: "TAM DEMOKRASİ!"
İbrahim bey, Dışişleri bakanı A. Davudoğlu'nun, 7 Kasım 2010'da, Irak'a gerçekleştiridiği ziyaretden sonra gittiği Birleşik Arap Emirliği'nde, havalimanında  iki saat "bekletilmesi"ni hatırlayacakdır muhakkak. Üstelik bu ziyaret, sayın Davudoğlu'nun söylediği üzere, "meslekdaşının ne olur bir saat bile olsa gel, görüşmemiz lazım" ricası üzerine gerçekleşiyordu.
İnsanın aklına, SADECE BU GÖSTERİ İÇİN SAYIN DAVUDOĞLU’NUN ÇAĞRILDIĞI GELMEKTE... Ki, bu sadece bizim aklımıza da gelmemiştir muhakkak; gerçi, "işgüzar havalimanı polislerinin marifeti" denilerek konu kapatılmaya çalışılsa da, GELEN, TURKİYE CUMHURİYETİ DIŞİŞLERİ BAKANI olduğu unutulmamalı!.
BAE'nin "kimlik kartı"na baktığınızda, “İngiltere çocuğu" olduğunu görmemek
imkansız; ve elbette 1. Dünya Harbi'nin getirdiği "statüko"nun eseri... Esamesi bile okunmayacak bir "devletçik" sizi, beş para etmez iki polis memuru marifetiyle KAPIDA BEKLETİYORSA, bunun ardından gelenin, işte Libya'da, Teşkilat-i Mahsusa'nın en güçlü olduğu, Harb’den sonra kurulan devletde bu teşkilatın elemanlarının olduğu, ülkemizdeki bazı "güçlü ailelerin" kökünün bulunduğu, '74 Kıbrıs harekatında Rusya'dan aldığı yepyeni uçakları hiç tereddütsüz vererek Yunanistan’ın kıpırdayamamasına da vesile olan, üstelik "parasını vereceğiz, daha fazla silah ve mühimmata ihtiyacımız var" denildiğinde "sizden para almak utanctır" diyen bir ülkede, "dünyanın tek akıllısı" olduğunu deklare edercesine "vatandaşlarını tahliye" ettikten sonra "direniş bölgesi"nde BAYRAĞINIZIN YAKILMASI olmasına şaşmamak gerekir!
Bu "oyunun bozulmasının”, 1. Dünya Harbi'nden sonra "statüko"nun kurulmasına "alet" olan "DEMOKRASİ TUZAGI", "demokrasi ihracı" ile olmayacağına kimsenin kuşkusu olmaması gerekir. Üstelik, dikkati çeken nokta, İbrahim beyin de "bazı isyanları destekleyip bazılarını ezmeleri" ile Batı’nın dahi "demokrasi" sözünü pek etmemesidir!
Açık söylemek gerekirse, "ABD'NİN ÇIKARLARINI KORUYAN DEVLET" olarak resmen tescil edilen TC Devletinin (bu tescilin Londraya karşı "koz" anlamı var mıdır, bilemiyoruz), evvela bu “çıkar koruyucu devlet” armasını çıkarıp atması, KENDİ OYUNUNU KURMASI, İbrahim beyin dediği gibi "bizi aptal yerine" koymamaları için, "DÜNYANIN EN AKILLISI" olarak "demokrasi... tam demokrasi" çagrılarından vazgeçmesi ve elbette REÇETE SAHİBİ olması gerekiyor... (İbrahim beyin bu yazısını dikkatle okumanızı tavsiye ediyoruz, "özgürlük... direniş... bağımsızlık" kavramlarını rahatlıkla ve haklılıkla kullanırken bir tane bie DEMOKRASİ KELİMESİNİ YAZMAMIŞTIR)
İbrahim bey yazısından söyle demekte:
"- Mesela Suriye'de... Batılı ülkeler bu ülkede sokağa çıkanlara tam destek veriyor. Hatta ABD ve Fransa, göstericilere sert davranılırsa Suriye'ye askeri müdahale yapmaktan söz ediyor. ABD içinde bazı kuruluşlar, Irak savaşı öncesinde olduğu gibi, "hemen saldıralım" demeye bile başladılar."
Batılıların bu yaptıklarını yazmakla beraber, İbrahim beyin, hükümetin bu konudaki tavrını da, özellikle 1. Dünya Harbi'nin getirdiği ve GETİREMEDĞİ "statüko" çerçevesinde değerlendirmesini de beklerdik.
Sadece şurasını söyleyelim, "tek adam rejimlerini, despotları mı yoksa direnişçileri, özgürlükçüleri mi" sorusu tam da Suriye örneğinde KIYAMET ALAMETİ olarak ortadadır.
Suriye'de, BİRİLERİNİN yaptığı gibi "direnişçileri desteklemek" (ki, her ayaklanma, gösteri ila ve illa "meşru" mudur sorusu da ortadadır) veya "yarım ağızla" hak vermek demek, Suriye'nin bölünmesine, en azından "özerk devletlere" ayrılmasına doğru bir adım olacaktır; "Esad ailesi" iktidardan (hükümetden değil, iktidardan) indirildiği veya hakimiyetlerinin zayıflatıldığı an, kaybedilecek ilk yer Lübnan olacağı gibi, "hediyesi" de sınırımızda kurulacak KÜRT ÖZERK DEVLETİDİR! Bu da "ÜÇ PARÇADAN İKİSİNİN TAMAM" olmasi demektir ve geride de "tek parça" kalır!
Peki, o "tek parça"nın bulunduğu devlet?

“2012 PARÇALANMA SENARYOSU”
Elbette, "uydurma" olabilir, "komplo" olabilir, açıklayan şu anda İşçi Partisi üyesi ve iflah olmaz bir "RTE düşmanı" olan Sefa Yörükel'in, 2009 senesinde "Aktüel" dergisine anlattıkları, "perspektik" veya "ortadoğu"da birdenbire ve heryerde başlayan "ayaklanmalar" gözönüne alınarak "tedbir makamın"nda kıymetlendirilmesi gereken "2011, TÜRKİYE'DE İÇ SAVAŞ RAPORU", işte o "devletin" istikbali hakkında bilgiler vermekte.
Norveç Uluslararası İlşkiler Enstitüsü’nde terörizm uzmanı olarak çalışmış bir Türk araştırmacıdır Sefa Yörükel; "Soykırım ve Terörizm" araştırmacısı bir "Sosyal Antropolog ve Etnograf"dır (Lahey'de) kendisi, "Türklere Soykırımı Araştırma Vakfı (TGRF) Başkanı (Hollanda)"dır ve ayrıca,  "İskandınavya Türki Dil Konuşulan ve Komşu İlkeler Araştırmaları Enstitüsü Direktörü (Norveç)"dür.
Norveç Uluslararası İlişkiler  Enstitüsü'nde "terör uzmanı" olarak da çalışmış Sefa bey, 2003 senesinde, enstitüde, Prof. Dr. Toje Bjorge ile "ihtisas konuları" hakkında konuşurlarken 35 sayfalık bir "raporu" okuyor. "Raporun başlığı: “2011 Türkiye İç Savaşı”
Bu enstitünün, "Raund Table" tarafından "önerilerek" ABD'de kurulan "Dış İlişkiler Komitesi-CFR" ile aynı isimde olduğuna dikkat çekeriz; ki, bu "enstitü-komiteler", 2. Dünya Harbiyle birlikte NATO ülkelerinin hepsinde kurulmuş ve "irtibat tesis edilmiştir"; bizde de Ankara'da aynı isimle mevcuttur.
Sefa beyin dediğine göre “rapor”, "amerikan ingilizcesiyle akademik-istihbaratçı kimliği ve "yerli işbirlikçilerin" verdiği bilgilerle" hazırlanmış ve üzerinde ne isim ne imza mevcut değilmiş. Meslekdaşı başka evrakların kopyalarını vermesine rağmen, sene 2003, bu raporun kopyasını vermemiş.
Rapor'da –Aktüel’in verdiği bilgilere göre- şunlar yeralmakta:
"- 1.Bölüm: Türkiye’nin jeopolitiği ve uluslararası siyasi coğrafyasına yer veriliyor. Yürükel, “Burada daha çok teorik yaklaşımlar vardı. Bu Türkiye’nin daha çok dışarıya dönük yönünü açıklıyordu” diyor.
2.Bölüm: Türkiye’nin siyasi, sosyal,  tarihi, dini, mezhepsel, etnik ve kültürel yapısı üzerine özet halinde ampirik datalarla güçlendirilen rakamların yer aldığı bir bölüm. Bu bölümde özellikle Kürtler-Türkler demografisi ifadeleri altları çizilerek yer alıyor. Yürükel, raporun bu bölümünde yer alanları  şöyle anlatıyor:
Şehir şehir hatta bazı kasabalar (Kızıltepe, Pazarcık,..vs) gibi yerlerin adı geçiyor ve demografisine örnek olarak yer veriliyordu. Burada esas değinilen karışık oturulan bölgeler biçimindeydi.  Yani Türkiye’nin çatışmaya dönük raporu yazan tarafından etnik demografisi çıkarılmıştı.
Buradaki verilerden de hissedildiği gibi Türkiye içerisinden birileri (işbirlikçiler, casuslar, …vs.) bu raporun yazılması amacıyla çatışma hedefine yönelik olarak çok rafine sayılabilecek hassas ve ayrıntılı bilgi vermiş ve toplamıştı.
3.Bölüm: Rapor’da “hassas bölgeler” diye bir tabir geçiyor. “Türk ve Kürt” etnik kökenden insanların, iç içe ya da “sınır bölgeleri” olarak rapor da ifade edilen Malatya, Erzurum, Maraş, Gaziantep’ in bulunduğu yerlerin gelir dağılımı, siyasi yapısı, ayrılıkçılığa veya devlete karşı çıkışı ya da devlet safında ayrılıkçılığa karşı çıkışa meyilleri ve güç oranında değişken olabilecek durumlar hipotetik olarak ele alınıyor.
4.Bölüm: Devletin ve PKK’nın Güneydoğu Anadolu’daki halk içerisinde etkisi ve bölgedeki stratejik konumu ele alınıyor. Yürükel bu bölümle ilgili de şunları kaydediyor:
-”Raporda sanki burada ikili bir iktidar söz konusu havası veriyordu. PKK’nın harekete geçebileceği NGO ve siyasi bağlantılı güçlerin hassas bölgelerde kontrollü bir çatışmayı yaratıp yaratmayacağı veya kaosa yol açıp açmayacağı konusunda sorular soruluyordu.
Aynı zamanda devletin bu bölgelerde önemli ölçüde zayıf olduğu sadece askeri ve polis gücü ve aşiret gücü olarak varlığını sürdürdüğü fazla bir kitle tabanına  sahip olmadığına vurgu yapılıyordu. Yani rapor PKK’yı etnik çatışmaları istediği anda çıkartıp istediği anda da durdurabilecek ve tek   muhatap olabilecek bir güç olarak ele alıyordu.”
Bu bölümde ayrıca hassas bölgeler dışında metropol ve turizm  bölgelerinde de önemli ölçüde karışık demografik yapının varlığı üzerinde duruluyor ve burada “ayrılıkçı milliyetçiliğin ve ona bağlı toplumun” değişken ve çarpışabilecek ideolojik ve siyasi tutumları fiz iki bir çatışma ortamı hazırlayabileceği üzerinde duruluyor. Süreç 1987 olarak başlatılıyor ve 2011 yılına kadar  burada düşük ya da yüksek yoğunlukta çatışmaya varabilecek bir hareketlenme olacağının altı çiziliyor. Yürükel bir noktanın daha  altını çiziyor:
“Burada benim dikkatimi çeken bir şey çok kesin ifadeler  kullanılması idi. Sanki raporu yazan çatışmanın yani iç savaşın olacağından eminmiş  gibiydi.”
5.Bölüm: Türkiye’nin iç savaşa doğru sürüklendiği ve sonuçları  üzerinde duruluyor.BM, AB, NATO, Batılı ve bölge devletlerinin tutumları üzerinde değerlendirmeler yapılıyor. Yürükel’in notu şöyle:
“Burada, Batı’nın çok kan akıtılan bölgelere askeri, siyasi ve insani müdahele edebilme olasılığı üzerinde duruyordu. İç savaş terimi kullanılıyor ve bölgede bu iç savaşın yayılma ihtimali dolaylı yardım veya doğrudan katılma şekliyle göz önünde bulunduruluyordu. Sonuçları üzerinde duruluyordu. Bu bölümde raporun toparlanması yapılıyor ve Türkiye’nin esas mevcut yapısının Türkiye’deki Kürt ve Türk demografisi şeklinde ele alınmasının icap ettiğini, 2011′e kadar doğabilecek fiziki çatışma ortamının ve getiri götürüsünün bölge ve uluslar arası boyutunun üzerinde durularak,  Türkiye’nin artık eski hudutlarının kalmayabileceği ve haritanın değişebileceği  ve Batı’nın buna karşı çıkmasının söz konusu olmadığı ifadeleri kullanılıyordu."
Bu "rapor"un, doğrulanması veya yalanlanması, (eğer varsa) yazıda ismi geçen profesöre ulaşılarak alınacak bilgilere bağlı olduğu gibi, (elbette "evet" demesini beklemek hayaldir, ama muğlak tavırlar gösterirse bu durum "sağlam"lığa işaret olacaktır), Norveç'in şu, buzlar ülkesinin, kendi boyuna bakmadan, neredeyse "tüm kriz noktaları"nda ARABULUCU olarak ortaya çıkmasına da dikkat edilirse, en azından "raporun olabileceğine dair" bir işaret algılanmalıdır.
Sefa bey, "ben 2003 yılında okudum çok önce de hazırlanmış olabilir rapor", diyor; bilindiği üzere, "PKK Sorunu" olarak nitelenen "hadisede" de, ta 2001 senesinde verdiği "mülakat" ile "Ergenekon soruşturmalarına" neden olan Tuncay Güney'in aynı mülakatta bahsettiği "NORVEÇ PLANI"nı, yani AKP hükümeti devrinde, daha geçtiğimiz senelerde, "demokratik açılım" içerisinde "çözüm olarak" bazı "medya organları"nca servis edilen planda da Norveç, "pkk yönetin kadrosundan 250 kişiye vatandaşlık" vermeyi kabul etmişti.
Dış yüzünden bakıldığında raporun sağlaması böyle, yani "olabilirlik içerisinde"; elbette "işte adamlar yazmışlar, kaçamayız, yapacaklar" diyerek elimiz kolumuz bağlı, "kadere razı" olarak "sünepece duruş sergileyecek" olanlar mevcuttur fakat, ülkemizin içinde bulunduğu "demokratik ananelerin yerleştirildiği, askeri vesayetin geriletildiği, enflasyonun tek rakamlı ve sıfıra yaklaşık bir noktada tutulduğu, IMF'den "kurtulunduğu", darbecilerin yargının muhatabı haline getirildiği, "sıfır sorunlu dış politaka"nın temellerinin atıldığı, utanç kaynağı vize uygulamalarının kaldırıldığı, avrupanın en büyük, dünyanın üçüncü büyük ekenomisinin "yaratıldığı", 12 Temmuz seçimleri akabinde büyük anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilip "tam demokrasi"nin tesisi yolunda "ileri" bir adım atılacağının ilan edildiği bir devletde, "2011, TÜRKİYE'DE İÇ SAVAŞ RAPORU"nun "ulusalcıların komplosu... hayal ürünü" olduğunu söyleyebiliriz, reddedebiliriz.
Bunu elbette yapabiliriz.

KIYAMET ALAMETLERİ
Fakat bunun hemen yanına, Paul Henze'in, "temel bir düzenlemenin yapılması için 20. yüzyılın sonunda Türkiye’nin sürüklendiği buhranın daha da kötüleşmesi gerekecektir.” sözünü yerleştirmemiz ve alt alta şunları sıralamamız gerekmektedir:
1) Bir dönem ve halen de küçük grublar halinde İslamcıların yaptığı, "memur statüsündeki imamların arkasında namaz kılmama" EYLEMİNİ, şimdi, bugün, Marksist rengini çoktan silmiş ve "ayetler ve temel haklarla" desteklediği "kavim sevgisi" üzerine inşa etmeye başladığı "mücadelesine", DİNİ RENGİ DE KOYARAK "sivil inisiyatif/sivil itaatsizlik" formunda BDP de hem de bir cuma namazı ile "start" vererek başladıysa...
2) Hem Zekeriya Öz hem de görevden alınan polis müdürü Ali Fuat Yılmazer'in, "genelkurmay başkanlığıyla koordinasyon içinde Ergenekon soruşturmalarını yürüttük" diyerek GKB'nin ne kadar "hukuka riayetkar" olduğunu açıklamalarının üzerinden çok geçmeden, üstelilk mahkemenin "tutukluluğa itiraz dilekçelerini reddetmesinin" hemen ertesinde, HUKUKA MÜDAHALE anlamında "Balyoz davasında emekli ve muvazzaf subaylarımızın niye hala tutuklu olduklarını anlamakta güçlük çekiyoruz" açıklamasını GKB yaptıysa...
3) Yüksek Seçim Kurulu, 12 Haziran seçimleri ile aldığı karara yönelik yaptığı açıklamada nisbet olarak hangi seçim dönemini ele aldığını tam olarak ortaya koyup, satır arasında şu andaki Cumhurbaşkanının görev süresinin Agustos 2012'de biteceğini zımmen açıklamışken...
4) İkinci paragrafda bahsettiğimiz üzere, Ergenekon sorusturmalarının savcısı Zekeriya Öz ve soruşturmacısı A. Fuat Yılmazer, sessiz sedasız gorevlerinden alınıp, özellikle savcı Öz, "terfi" gibi gözüken bir "tenzilata" uğratılıyorsa...
5) PKK'nin silahli eylemlerine başlayacağının açık işaretleri ortaya çıktıysa...
6) İbrahim beyin bir başka yazısında bahsettiği, "İsrail Gazze'ye saldıracak ve suikastlere başlayacak" istihbaratı doğrulanırsa...
7) Devamlı ama ara ara ortaya atılan "Başkanlık Sistemi" meselesi, hükümet başkanı tarafından, "seçimlerden sonra gündeme gelebilir" denilerek tekrar ortaya çıkarıldıysa, ki, basit bir "kanun değişikliği"ni bile yapamayan hükümetin (seçimlerin ardından tek parti hükümetine sahibi olamayacağını veya en azından kanun çıkarabilecek rahatlıkda olamacağını gören AKP hükümetinin, meclisden alelacele geçirdiği "kanun hükmünde kararname" çıkarma yetkisini dikkatlerinize sunuyoruz.), İDARİ SİSTEMİN TAMAMEN DEĞİŞMESİ demek olan "Başkanlık Sistemi"ni "inatlaşma" haline koyması da ortadayken...
İbrahim beyin "O zaman bu sefer bari bizi aptal yerine koymasınlar. Buna izin vermeyelim..." sözü nasıl gerçekleşecektir!? 7 Kasım 2010'da BAE, tam anlamıyla bu yapılmışken hem de!
"Demokrasi çığırtkanlığı"ndan ve "Yol haritası" diye "AB müktesabatı"ndan başkasını tanımamakdan VAZGEÇMEK, onun bunun "oyuncağı" ve SİLAHLI ÇETESİ olmuş NATO'DAN ÇIKMAK, bölge içinde KESİN VE SERT İNİSİYATİF ALMAK, hepsinden de önemlisi DEVLET REÇETESİ sahibi olmak gerekiyor!
Elbette "iç savaş çıkartma" değil "çıkma ihtimali" üzerine yazılmış malum raporda geçen "Batı’nın çok kan akıtılan bölgelere askeri, siyasi ve insani müdahele edebilme olasılığı üzerinde duruyordu." vurgusunun üzerinde dikkatle durmak gerekiyor.
Sahte köklerle hesdaplaşmadan, HAKİKİ KÖKLERİNE bağlanmadan TC Devleti’ne hayat hakkı olmayacağına dair “işaretler-alametler” belirmişken, etkili ve yetkili kişilerin “kendi heva ve hevesleri” ile değil de ECDAD EMANETİ gibi “ruhi”, muazzam bir jeo-politik mevkiye sahiplik gibi “maddi” vasıflara sahip bu topraklara ve onun üzerindekilere YARAŞIR bir siyaset takip etmeleri gerekmektedir.
Osmanlı Devleti’nin “parçalanma haritası”nda ilk adres Mısır’dı, ardından Balkanlar ve ortadogu ve son olarak da anayurt-anavatan teslim alınıp “deüzenlenmişti”; İbrahim beyin dediği doğru ise, “aynısını yapıyorlar ise”, SIRA TÜRKİYE DEĞİL Mİ?  


Ali Baba
7 Nisan 2011


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder